Aleviligin İslamla hic bir iliskisi yok (İsmail Besikci)

https://www.evernote.com/shard/s265/sh/92cfc645-5754-4a52-b4d8-9a00696bdb51/0c54de9c4f0e98cd1357eb30c4d428b6

KİM NASIL SUSTURULUYOR?

KİM NASIL SUSTURULUYOR?.

Kuantum fiziğine göre “özgür irade” bir varsanış.

Kuantum fiziğine göre “özgür irade” bir varsanış.

6 Mayıs 2006 tarihinde yayınlanan Amerika’nın saygın bilim dergilerinden New Scientist’te, 1999 yılında Fizik dalında Nobel ödülü almış olan Hollanda Utrecht Üniversitesinden Teorik Fizik Profesörü Gerard ‘t Hooft’un henüz tamamladığı 10 yıllık araştırmasının sonuçlarına Zeeya Merali imzasıyla yer verildi. Prof. Hooft, elde ettiği sonuçlara göre, her atomun davranışının daha önceden belli olduğunun ve bilindiğinin altını çiziyor ve dolayısıyla “özgür irade”nin sadece bir varsanış olduğunu vurguluyor.

 

Kader konusuna belki de dikkatleri çekecek bu tespitlerin yeraldığı makalenin çevirisini aşağıda okuyabilirsiniz:

 

 

“Özgür irade− Senin olduğunu sadece zannedersin

Kuantum mekaniğindeki ‘belirsizlik’ düzeyinin altında, daha derin bir gerçeklik yatıyor olabilir ve bu gerçeklikte, şaşırtıcı fakat, bizim tüm fiillerimiz önceden zaten belirlenmiş görünüyor.

 

Roman yazarı Isaac Bashevic Singer bir keresinde ‘ÖZGÜR İRADE’ye inanmaktan başka SEÇENEĞİMİZ YOK’ demiştir. Son yapılan iki çalışmayı bilseydi “Kuantum mekaniğine inanmaktan başka seçeneğimiz yok” da diyebilirdi.

 

Geçen ayın başlarında Nobel ödüllü bir fizikçi, üzerinde çalışmakta olduğu ve kuantum mekaniğindeki belirsizliğin altında, daha derin ve belirleyici bir gerçekliğin yattığını açıklayan teorisini sonuçlandırdı. Teorisini açıkladıktan bir hafta sonra iki önemli matematikçi bu teorinin, fiziğin de ötesinde bir kısım derin çıkarımlara sahip olduğunu gösterdi. Bu çıkarımlara göre kuantum fiziğinde belirsizlik kanununun geçersizliği, “özgür (cüz’î) iradeye” sahip olduğumuz düşüncesinin de geçersizliği anlamına geliyordu. Matematikçiler fizikçinin hatalı olduğunu düşünüyor.

 

Princeton Üniversitesi felsefecilerinden Hans Halvarson “çağımızın en iyi fizikçilerinden biri ile dünyanın en iyi matematikçilerinin karşı karşıya gelmeleri oldukça çarpıcı” diyor.

 

Kuantum mekaniği fizikçiler tarafından kabul ediliyor ancak, bu teori hâlâ, Einstein’ı da rahatsız eden ve henüz çözülememiş bir takım paradokslarla dolu. Örneğin, bir parçacığın dönüşünün ne olduğunu, dönüşümü siz gözlemlemeden önce bilemezsiniz −kuantum mekaniğine göre dönüş belirlenemez. Ayrıca, siz de bir deneyin sonucunun ne olacağını önceden tahmin edemezsiniz; tek yapabileceğiniz şey, belirli bir sonuca ulaşma olasılığını tahmin etmektir.

 

Parçacık fiziğindeki Standart Modeli matematik temellerine oturtan ve bu sebeple 1999’da fizik Nobel Ödülü alan Hollanda’lı Gerard ’t Hooft, “kuantum mekaniği muhteşem bir şekilde işliyor, ancak henüz tamamlanmış değil” diyor. Hooft ve birçok fizikçi, gerçeklik için, kuantum fiziğinin ortaya koyabileceğinden daha derin bir açıklama arayışındalar; bunun en önemli sebeplerinden biri, onca çabalarına rağmen Genel Görelilik ve ortaya koyduğu yerçekimi açıklamasını kuantum fiziğiyle birleştirememeleri. Hooft, “radikal bir değişiklik gerekli” diyor.

 

10 yıldan fazla bir süredir Hooft, 10-35 metre küçüklüğünde olduğu söylenen Planck uzunluğundan da daha küçük ölçeklerde yer alan gizli bir gerçeklik katmanı olduğu fikri üzerinde çalışıyor. Hooft, bu kavramı desteklemek için matematiksel bir model geliştirdi. Bahsedilen bu daha alt (derin) düzeyde, parçacıklardan veya dalgalardan söz edemeyeceğimizi söylüyor ve ‘varlıklar’ için enerjiye sahip “durumlar” kelimesini kullanıyor. Geliştirdiği modele göre, bu ‘durumlar’ önceden tahmin edilebilir davranışlar sergiliyorlar; yani teorik olarak önceden hesaplanabilirler.

 

Ancak, hesaplamalar bireysel durumların en fazla 10-43 saniye kadar izlenebileceğini gösteriyor ve bu kısacık sürenin ardından birçok durum tek bir “son durum” altında birleşiyor; bu da kuantum mekaniğindeki ‘belirsizliği’ meydana getiriyor. Ölçümlemelerimiz bu son durumları aydınlatıyor, fakat bir önceki bilgi kaybedildiği için kesin olarak geçmişlerini ortaya çıkaramıyoruz.

 

Hooft’un teorisi, bir parçacığın yerinin ve hızının aynı anda kesin olarak ölçülenememesi gibi kuantum mekaniğine has birçok garipliği açıklayabilse de önemli bir engelle karşılaşıyor. Teoriye göre durumlar negatif enerjiyle sonuçlanabiliyor ki bu da fiziğe aykırı bir durum. Ama Hooft bu problemi de parçacıkların negatif enerjiye sahip olmalarını engelleyerek çözmeyi başardı. Hooft “bu sorunu çözdükten sonra bunun en doğru yaklaşım olduğuna çok daha fazla ikna oldum” diyor.

 

Aslında Hooft’un söylemeye çalıştığı şey şu: Kuantum mekaniğinde parçacık hareketleri önceden tahmin edilemez görünse de, bir alt gerçeklikte yer alan durumları gözlemleyebilmemiz halinde parçacıkların hareketlerini de önceden bilebiliriz.

 

Diğer bilim adamları bundan çok etkilendiler. Hollanda Eindhoven Teknik Üniversitesi’nde Fizikçi Willem de Muynck: “Bu, bilinen en küçük ölçeklerde dünya hakkında bize bilgi veren çok güzel bir teori” diyor. “Fakat bu küçüklükler günümüz deneyleriyle ulaşılamayacak ölçekler.”

 

Hooft’un teorisi bilim adamları için büyüleyici olabilir, fakat bizler için beklenmeyen ve muhtemelen ürkütücü sonuçları var.

 

Princetown Üniversitesi’nden John Conway ve Simon Kohen adlı matematikçiler, kuantum mekaniğinin altında herhangi bir belirleyici teorinin olmasının, özgür iradelerimizi elimizden alacağını belirtiyorlar.

 

Conway “Çikolatalı ya da sade kek yemeyi tercih ettiğinizde, bu kararınızda gerçekten özgür müsünüz?” diyor. Yani, bir başka deyişle, evrendeki tüm parçacık etkileşimlerini gözlemleyen biri, hangi tür keki seçeceğinizi sizden önce tam olarak bilebilir mi? Öyle görünüyor ki cevabın doğruluğu, kuantum mekaniğindeki ‘belirsizlik’ mi gerçeğin doğru tanımlaması, yoksa bu belirsizliğin altında belirleyici bir düzen olduğunu söyleyen Hooft mu haklı, buna bağlı.

 

Conway ve Kochen, parçacık dönüşünü ölçüp neler olduğuna bakmak suretiyle Hooft’un teorisini incelediler. Bir dönüş her zaman 3 dikey eksen boyunca ölçülür. Küresel bir parçacık için seçeceğiniz eksen ve de ölçümlerin hangi sıralamayla yapılacağı size bağlıdır. Fakat seçimler özgür iradeyle mi yapılır yoksa hepsi daha önceden zaten belli midir?

 

Matematikçilerin kanıtladığı şey şu olmuştur: Eğer eksenleri yada ölçüm sırasını belirleyecek küçücük bir özgür iradeniz varsa, o zaman her yerdeki parçacıkların da aynı seviyede özgürlüğü olması gerekir. Bu da, parçacıkların tahmin edilemeyecek şekilde davranışlar gösterdiği anlamına gelir. Fakat Hooft’un teorisinde de belirtildiği gibi parçacıklar özgür değilse, matematikçiler eksen ve ölçüm sıralamasının belirlenmesinin mümkün olmadığını ispatlamış olmaktadırlar. Başka bir deyişle, deterministik (programlanmış) parçacıklar özgür iradeyi ortadan kaldırmışlardır.

 

Özgür irade konusundaki tartışmalar felsefenin tarihi kadar eskidir. Kuantum teorisi ortaya atıldığından beri de insanlar, özgür iradeyi bu teorinin merkezindeki belirsizlik ile bağdaştırmaya çalışmışlardır. Conway “bu konuyla ilgili ilk somut kanıta sahip olduğumuz için gurur duyuyoruz” diyor.

 

Conway ve Kochen teoremlerinin Hooft’un teorisini çürütmediğini ve teoremlerinin sadece “Hooft’un teorisinin doğru olması halinde, fiillerimizin özgür olamayacağını” gösterdiğini belirtiyorlar.

 

Kochen: “Hayatlarımız, bir filmin ikinci gösterimi gibi olabilir, tüm hareketler sanki özgürmüş gibi oynanıyor fakat aslında bu özgürlük sadece bir illüzyon (bir varsanış)”.

 

Matematikçiler eskiden beri özgür irademiz olduğuna inandıkları için, onlara göre Hooft’un teorisinin yanlış olması gerekiyor. Conway: “Bir şeyi yapabilmek için özgür iradeye inanıyor olmalıyız. Ben bu kahveyi içmekte ya da fırlatıp atmakta özgür olduğuma inanıyorum. Bu konuşmayı yapma seçimimde de özgür olduğuma inanıyorum” diyor.

 

Halvorson tartışmanın kişisel meseleye dönüştüğünü söylüyor. Ona göre Kochen ve Conway, geleceğimizin zaten önceden belli olduğu fikrine katlanamıyorlar; ama Hooft ve Einstein gibi insanlar da, evrenin, tamamen fizik tarafından tanımlanamaz olduğu fikrini aynı şekilde rahatsız edici buluyorlar.

 

Felsefeciler için her iki görüş de sorun olabilir. Rutgers Üniversitesi’nden fizik felsefecisi Tim Maudlin “Özgür iradenin dayanağı olan kuantumun rasgeleliği hareketlerimizin kontrolünün tamamen bizde olduğu anlamını taşımıyor. Bizler ya önceden programlanmış makineleriz ya da rasgele yaşayan makineleriz. Bunda pek fazla seçim şansımız yok” diyor.

 

Fakat Halvarson, Hooft, Conway ve Kochen’ın çalışmalarını memnuniyetle karşılıyor. “Felsefe kendini bilimden çok ötelere attı. Özgür iradeyle ilgili sorulması gereken çok önemli sorular var ve kim bilir belki de bunların cevabını fizikçiler vereceklerdir.”

 

Evet, bilimin şimdilik gelebildiği nokta burası…

Meselesi Olan ve Meselesinin İdrâkinde Olan Bir Varlık Olarak İnsan

MESELESİ OLMAK
M. Beşir ERYARSOY
· Meselesi Olan ve Meselesinin İdrâkinde Olan Bir Varlık Olarak İnsan
Varlıkların kategorik sıralaması yapılırken insanoğlu canlı bir varlık olarak “hayvan” kategorisi arasında sayılır[1] ve hayvandan kalkılarak insan tanımlanmaya çalışılır. İnsan konuşan bir hayvandır, gülen bir hayvandır, düşünen bir hayvandır… gibi tesbitlerle tanımlanmaya gayret edilir.
İnsanın diğer hayvanlarla ortak en belirgin yanının “canlı olmak/hayat sahibi olmak/yaşamak” olduğu açık bir gerçektir. Bu gerçeğe rağmen insanoğlunun diğer canlı türleriyle ortak yanları hisseden bir varlık olmak anlamında “canlı” olmayı ve onun alt vasıfları durumunda olan diğer yanlarını dışarıda tutacak olursak, ayrı olduğu yanları, bu ortak yanından ve onun alt vasıflarındaki müşterekliklerinden daha çok ve daha önemlidir.
Hayvanın canlılık vasfının gereği olan bütün eylemleri “içgüdüsel eylemler”dir. Yani hayvanın eylemlerinin şuur ve aklın kontrolünde yapılmaları diye bir hal ya da vasıf söz konusu değildir. Hayvan içgüdüsel olarak yer, içer, gider, gelir… Kısacası hayvanî davranışlarda tercih, seçme özgürlüğü, davranışlar arasında karşılaştırma yapmak, sonuçlarının ne olabileceği üzerinde tahminler yapmak, geleceğe yönelik birtakım plan, proje, tesbit ve tercihlerde bulunmak… gibi şuurlu, müdrik ve aklı başında bir insanın davranışlarında, eylemlerinde bulunan ayırt edici vasıfların hiç birisi yoktur.
Canlı olma ortak özelliğine rağmen insan ile diğer canlılar arasındaki en önemli özelliklerden birisi de diğer hayvanlar mevcut tabii şartlarını zorlayıp geliştirmek gibi bir vasıf ve tabiatta yaratılmadıkları halde, insanoğlu yeni karşılaştığı şartlara gerektiğinde intibak edip uyum sağlayabilme özelliğinin yanında, içinde bulunduğu şartlara belli bir noktadan itibaren razı olmayan, onları değiştirmek için gerektiğinde yollar arayan, imkânlarını zorlamaya çalışan, geleceğe dair ve şartlarını değiştirmeye yönelik planlar, projeler üreten geliştiren bir yapıya sahiptir. Hatta bu onun fıtrî özelliklerinin en önemlilerindedir. Yani insan; tarihi olan, tarihi kendi cüzi iradesi çerçevesinde yapan, medeniyet kuran müstesna bir varlıktır, yani “halife”dir.
Diğer canlılar, -örnek olarak örümcek, karınca ya da arı olsun, denizde yaşayan bir balık, gökte uçan bir kuş türü ya da bir sürüngen olsun- var oldukları günden itibaren ne iseler odurlar. Üremelerinin, çoğalmalarının ve hayatlarını idame ettirmelerinin değişmesi ya da bunları değiştirmeleri elbette beklenemez. Ama -mesela- yuvaları, yuvalarını yapma tarzı, yuvalarındaki -karınca ve arıda olduğu gibi bilinenler için- düzen ve sistemleri, yemeleri içmeleri, daha doğrusu yemeklerini yeme ve onu elde etme yolları vs. hep aynı kalmıştır, var oldukları zamandan itibaren bugüne kadar bu ve benzeri hal ve ilişkilerinde en ufak bir değişiklik olmamıştır.
Bunlardan da önemlisi, hayvanlarda düşünsel -itikadî de diyebilirsiniz- bir seçim, bir tercih ve bu doğrultuda düşüncesiyle -ya da itikadıyla- mantıksal bir uyum arz eden bir eylemler manzumesi bulunmamaktadır.
İnsanoğluna gelince, o her şeyden önce -doğru ya da yanlış olması mümkün ve muhtemel olan tarz ve mahiyette- düşünen, inanan, düşünce ve inançları doğrultusunda hareket eden ve mümkün mertebe o düşünce ve inancıyla bu hareket ve davranışları arasında bir çelişkinin ortaya çıkmamasına dikkat ve özen gösteren bir varlıktır.
Bu gerçek, -belki de- bunca varlık içerisinde neden insan yeryüzünde “halifelik makamı”na getirildi, neden o sınanmak için yaratıldı, neden davranışlarının doğuracağı sonuçlardan dünya ve âhirette sorumlu tutulması yaptırımı ile karşı karşıya bırakıldı… türünden sorulabilecek pek çok sorunun cevabını bünyesinde taşımaktadır.
Bunun yanında insanın kurduğu medeniyetlerin farkı da buradan hareketle kolaylıkla açıklanabilir. Çünkü az önce belirttiğimiz gibi inanç ve eylemlerini aklî ve mantıkî ölçülerle, bilinçli tercih ve şuur ile yapan insan, aynı zamanda bu inanç ve tercihleri ile bunlara bağlı olarak ortaya koyduğu eylemleri arasında mantıkî bir tutarlılık olmasına da özel olarak ve beşerî imkân ve zaafları ölçüsünde dikkat eder; bunu ortaya koymaya çalışır.
İşte bunun doğal bir sonucu olarak insan tarihi boyunca hep kendisi, etrafını saran yakınıyla uzağıyla bütün kâinat ile bildiği bilmediği varlıklarla ve -eğer bir şekilde varlığını kabul etmiş ve inanmışsa- kendisini yaratan rabbi ile ilişkilerinin nasıl olması gerektiği üzerinde düşünmüş, tesbitler yapmış, kararlar almış ve bunları uygulamaya koymuştur.
Bir şeylerin doğru olduğunu -herhangi bir şekilde- bilecek ya da kabul edecek olursa o doğrunun varlığını sürdürmenin de yollarını aramış, yanlış olduğunu bildiği ya da kabul ettiği şeylerin ise hayatında var olmamaları için, var olmuşlarsa ortadan kalkmaları için çalışmış, uğraşmıştır.
İşte bu hal, insanın -kendisi ile aynı kategoride yer aldığı var sayılan diğer varlıklardan farklı olarak- “meselesi olan bir varlık/bir canlı” olması özelliğine sahip olmasının bir neticesidir. Ya da onun bu hali, onun meselesi -ya da meseleleri- olan bir varlık olmasına sebep olmuştur.
İnsanın meselesi olan bir varlık olduğunda kendisini tanıyan hiçbir insanın şüphe etmesine imkân bulunmamakla birlikte, insanın meselesi olduğunu ve meselelerinin idrâkinde olan bir varlık olduğu da, onun bu alandaki bu özelliğinin tamamlayıcı bir unsurudur.
Yanı kısaca ifade etmek istersek; insan meselesi olan bir varlık olmakla birlikte, meselesi olduğunun da farkındadır, bilincindedir. Bu sebeple meselesi olmayan ve meselesi olduğunun farkında olmayan bir insan, kendisini insan yapan en önemli ayırt edici vasfının bilincinde olmayan bir insandır, ya da insanî vasıflarının en başlıcasını yitirmiş bir varlıktır.
Bir bakıma yüce Rabbimiz, şuursuzca yemenin içmenin dışında (canlı olmak anlamında) hayvanî eylemi olmayan varlıkları, ancak hayvanlar gibi olmakla nitelendirirken[2], onları hayvandan ayrıcalıklı kılan en belirgin vasıflarını işlemez ve çalışmaz bir hale koydukları için böylece mahkûm ve teşhir etmektedir.
Rabbimiz hiçbir hususta kullarına zulmetmediği[3] gibi, onları bu şekilde nitelendirmekle de onlara asla zulmetmiş olmamaktadır.
· Meselesi Olan İnsan: Vasıflı İnsandır
Yakın çevresinde, içinde yaşadığı dünyada ve evrende olan bitenle ilgilenmek, insanın tabii bir vasfıdır. İnsanın kendisine yöneltilen hitaplara karşı ilgisiz ve tepkisiz kalması mümkün değildir. Ancak gerek olan bitenle ilgilenirken, gerekse muhatap alınırken hitaplara karşı insanın verebileceği tepkiler farklı olabilmektedir.
Bunlar karşısında tamamen ilgisiz bir tavır ve tutum sergileyenler olabildiği gibi, karşı duranlar, aleyhte birtakım kampanyalar yürütenler de olabilir.
Kur’ân-ı Kerim, meselesi olmayan ya da mesele olarak algılanması gereken çeşitli vakıa ve sahnelere karşı kör ve sağır kesilenleri, tümüyle ilgisiz kalanları ağır bir dille kınamaktadır:
“Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, onlar bunların yanından yüz çevirerek (onlardan ibret almaksızın), üzerlerinde düşünmeden geçer, giderler. Onların çoğu şirk koşmaksızın (bir türlü) Allah’a iman etmezler. Onlar Allah’ın azabından bir kaplayıcının kendilerine gelip çatmasından yahut onlar farkında olmadan kıyametin ansızın kopmasından kendilerini emin mi gördüler?” (Yusuf, 12/105-107)
Aşağıdaki âyet-i kerimede dile getirilen tutum ise, Allah’ın uyarıcı ve hakka çağıran Kur’ânî âyetlerine karşı durup onlar aleyhinde türlü kampanyalar yürütenlerin duruşlarına bir örnektir:
“Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman, işittik, eğer dilesek biz de bunun bir benzerini elbette söylerdik. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir, dediler.” (el-Enfâl, 8/31)
Göklerde ve yerde bulunan, Allah’ın varlığının, birliğinin, mutlak, hikmet, ilim ve kudretinin sayısız âyet ve belgelerini gördüğü halde bunlardan her hangi bir şekilde etkilenmeyen, onlar üzerinde düşünmeyen ve düşüncesi kendisini götürmesi gereken sonuçlara varmayan bir insan, insanî vasıflarının en önemlilerini yitirmiş olmaz mı?
Kur’ân-ı Kerim başka yerlerde de bu âyetlerde sözü geçenlerin tam karşısında yer alan ve Allah’ın kevnî âyetlerinden gerektiği gibi etkilenenlerden övgü ile söz etmektedir:
“Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında, elbette akıl sahipleri için âyetler (deliller, belgeler) vardır. Onlar ki, ayakta iken, otururken, yanları üstünde yatarken daima Allah’ı anar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünüp: Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen her türlü eksiklikten münezzehsin. Bizi ateş azabından koru, derler.” (Âl-i İmrân, 3/190-191)
Kur’ânî âyetlerden gerektiği gibi etkilenenlerin duruşunu da bir yerde şöylece dile getirmektedir:
“Onlar ki, Rablerinin âyetleriyle kendilerine öğüt verildiğinde bunlara karşı sağır ve kör kimseler olarak yıkılmazlar.” (el-Furkan, 25/73)
İşte meselesi olan ve meselelere doğru yaklaşan insan tipi ile olan bitene karşı tepkisiz ya da doğru ve olumlu tepki vermeyerek yanlış tavır ve tutumlara kapılarak meseleler karşısında menfi bir duruş sergileyenler arasındaki fark ya da farklar…
O halde, “meselesi olmak” mertebesine yükselmek ve bu meseleler karşısında doğru bir duruş sergilemek, insanın en önemli bir vasfıdır ya da -olumlu anlamda- “vasıflı insan” olabilmenin ilk ve belli başlı şartları arasında yer alır.
· Meselesi Olmaya Mecbur İnsan: Müslüman
Müslüman insan, akidesinin özelliği gereği, Allah, kâinat, beşeriyet, Müslüman ümmet ve Müslüman olmayan sair insanlar ile eşya ve olaylar karşısındaki duruşuyla, bu duruşunun ilkelerini, esaslarını teşkil eden değerleriyle diğer insanlardan her yönüyle farklılık arz eder, etmek zorundadır. Aksi takdirde inandığı ve hayattaki her şeyinin biricik belirleyicisi ve asıl ölçüsü olan akidesi ile davranış, duruş ve tutumları arasında uyum ve paralellik kalmaz.
Onun inancı gereği şekillenen farklı duruş ve tavrı, olan bitene yani vakıaya ve olması gerekene karşı ilgisiz olmamasını gerektirir. Bunun için Müslüman insan her şeyden kendisini ve yakın çevresini inandığı değerler ve bağlısı bulunduğu, riayet etmekle yükümlü olduğu esas ve değerler açısından ele alıp incelemesini ve onları akidesi açısından belli bir yere oturtma işlemini gerçekleştirmesini gerektirir.
Yani Müslüman insan her şeyden önce kendisi ve etrafındaki her şey hakkındaki değerlendirmesini yapmak ve her şeyi akidesine uygun olan yerine oturtmak ve onu öylece değerlendirip kabul etmek zorundadır.
Yapacağı bu değerlendirmesinde akidesinin ve ondan kaynaklanan değer ve yargılarının doğru ve olumlu bulacağı hususların olması da olmaması da mümkündür. Değerlendirmesi sonucunda olumlu bulduklarını koruyup geliştirmek, olumsuz bulduklarını da olumlu hale getirmek doğrultusunda gerekli değişiklikleri gündemine almak zorundadır.
Çünkü bütün inançlar gibi, hatta onlardan daha ileri derecede zorunlu ve tutarlı boyutlarda olmak üzere İslâm akidesi, müminin kalbi ile yaşantısı, eylemleri ve içerisinde bulunduğu -ister beşerî ister maddî kâinat- çevresi ile ilişkileri arasında bir paralellik olmasını ister.
Bu kimliği günümüz Müslüman’ı kendisine ve çevresine bakınca elbette ki akidesi ile bağdaşmayan bir hayatın kurgulanmış olduğunu, kurgulanmış olan bu hayatın yerel ve uluslar arası boyutlarıyla özlem duyduğu ve vakıa halinde gerçekleştirmek için çalışıp çabalamakla yükümlü bulunduğu hayat ile taban tabana zıt olduğunu görecektir.
Akidesi ve özlem duyduğu, gerçekleştirmekle yükümlü bulunduğu hayat nizamıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan böyle bir sistem içerisinde yaşayan bir Müslüman’ın, çelişkiler içerisinde, hiçbir sorunu yokmuş gibi yaşayacağını beklemek imkânsız bir şeydir.
Günümüz Müslüman’ı içinde yaşadığı dünyanın gerek fert, gerek ümmet ve gerek beşeriyet boyutlarında karşı karşıya bulunduğu her türlü problem ve açmazı kendisine mesele edinecektir, bu dertler yumağı ile mutlaka dertlenecektir.
Dünyadaki güçlü ülkelerin, zayıf düşürdükleri diğer ülke ve toplumlara zulüm ve haksızlıklarla dayattıkları inanç ve ahlâk değerlerini, uluslararası siyasal, sosyal ve insanî ilişkileri, üretim-tüketim anlayışını ve ilişkilerini, dünyada adil olması, adaletli görülmesi mümkün olmayan yeryüzü servet ve imkânlarının, zenginlik kaynaklarının adaletli olmayan zalim ve gaddar dağılımını;
Dünyanın çeşitli ülkelerinde, İslâm ile her şeyiyle taban tabana zıt siyasal sistemlerin egemenlikleri altında yaşamak durumunda olan bir Müslüman, kendisine, nesline, yakınlarına ve kendisi gibi olan diğer müminlere dayatılan haksızlıkları, hak ve özgürlükleri elinden alınmış olarak hayatını idame etmeye mahkûm edilmeyi;
Egemen düzenin itikadî, siyasî, ahlâkî, fikrî… alanlardaki kısıtlama ve baskılarını;
İnancının gereği olarak yaşamasına imkân ve fırsat vermeyen dayatmacı, baskıcı, hatta zulme, gayr-ı adil yargı ve mahkûmiyetlerle sonuçlanabilen zalim uygulamalarını;
Hatta bazı yerlerde sorgusuz-sualsiz, insanların yalnızca “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için kitleler halinde imha edilmelerini;
Ve bunların dışında, kimi bunlardan daha ileri, kimi daha ehven görülebilen, ama hepsinin ortak özelliği inandığı ve hayatına uygulamakla yükümlü olduğu ilke ve değerlerle bağdaşmayan sayılamayacak kadar pek çok hal ve durumu müminin görüp bunları kendisine mesele edinmemesine ve bu meseleler karşısında bir duruş belirleyip inanç ve değerleriyle bağdaşmayan bu vakıayı değiştirmek için eyleme geçmemesine imkân yoktur.
Gerçeğin bu olması, mümini, Müslüman’ı meselesi olan ve bu meselesi oranında ve onunla tutarlı bir duruş sahibi bir insan olmak zorunda bırakıyor.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, mümin açısından şartların tam tersine olması, yani her şey akidesi ve bu akidesi doğrultusunda yaşaması gereken hayata uygun olması halinde bile mümin meselelerini çözmüş, meselesi olmayan bir hayat yaşayamaz. Çünkü böyle bir durumda bile onun meselesi, akidesine uygun olarak kurgulanmış bir hayatı ve dünyada öncelikli olarak bu hayatı koruyup idamesini sağlamak, ikinci olarak onu daima daha ileriye taşıyıp yükseltmenin çare ve imkânlarını arayıp araştırmak ve bu doğrultuda üzerine düşenleri yerine getirmekle yükümlüdür:
“Siz in­san­lar için çı­ka­rıl­mış en ha­yır­lı bir üm­met­si­niz. İyi­li­ği em­re­der, kötülük­ten vaz­ge­çi­rir­si­niz. Siz Al­lah’a iman da eder­si­niz. Eğer Ki­tap Eh­li iman et­miş ol­sa­lar­dı ken­di­le­ri için da­ha ha­yır­lı olur­du. (As­lın­da) on­lar­dan iman eden­ler ol­mak­la bir­lik­te on­la­rın ço­ğu (din­den çık­mış) fâsık­lar­dır.” (Âl-i İmrân, 110)
“O kimselere eğer biz yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, marufu emreder, münkerden alıkoyarlar. İşlerin akıbeti Allah’ındır.” (el-Hacc, 22/41)

Mümin ve Müslüman kimsenin hayatının mahiyeti ve hedefi şu âyet-i kerimeler ile oldukça özlü ve kapsamlı bir şekilde dile getirilmektedir:
“De ki: “Şüp­he­siz be­nim na­ma­zım, iba­de­tim, ha­ya­tım ve ölümüm âlem­le­rin Rab­bi olan Al­lah için­dir.” (el-En’âm, 6/162)
“Fit­ne kal­kın­ca­ya ve din (ita­at ve ege­men­lik) yal­nız Al­lah’ın olun­ca­ya ka­dar on­lar­la sa­va­şın. Eğer vaz­ge­çer­ler­se ar­tık zalimlerden baş­ka­sı­na düş­man­lık yok­tur.” (el-Bakara, 2/193)
“Hiçbir fit­ne kal­ma­yın­ca­ya ve din (ege­men düzen) bütünüy­le Al­lah’ın olun­ca­ya ka­dar on­lar­la sa­va­şı­nız. Eğer vaz­ge­çer­ler­se mu­hak­kak Al­lah ne yap­tık­la­rı­nı iyi­ce gör­mek­te­dir.” (el-Enfâl, 8/39)
Hayatının mahiyeti ve hedefleri itibariyle bu olan Müslüman, gerçekten bu doğrultuda meseleleri olan ve meselelerini sahiplenen bir kimliğe sahip olmak zorundadır.

[1] Burada önemli olduğuna inandığımız bir hususa kısaca değinmek isteriz: Batı düşüncesi -tekâmülü esas alan karakteristik özelliği dolayısıyla- Aristo’dan bu yana varlıkları kategorize ederken cansız varlıkları temel ve aynı zamanda ilkel varlık olarak kabul etmekten hareket eder.

Bundan sonra da canlı varlıkları kendi aralarında kategorize eder. Varlıkların kategorilerinden söz edenlerin tamamında olmasa bile birçoğunda tekâmül/evrim düşüncesinin izlerini, etkilerini şu ya da bu şekilde, açık ya da örtülü, sistemli ya da sistemsiz bir şekilde görmek kolaydır. Bu ise eşyanın kendi içindeki bir güç ile dışarıdan ayrıca bir güce -mesela, bir yaratana, bir rabbe- ihtiyaç duymaksızın kendi kendisini geliştirme ve ilerletme kabiliyetine kendiliğinden sahip olmasını iddia etmeyi de zorunlu olarak ihtiva eder ya da bu iddiayı beraberinde getirir.

Bu kanaate sahip olmanın en önemli sebebi Kur’ân-ı Kerim’in ilk âyetinden itibaren dikkat çektiği “Âlemlerin Rabbi Allah”ın varlığına inanılmayışı, varlığının kabul edilmeyişidir, ya da kabul edilse bile Newtonik bir anlayışla varlığının kabul edilmesidir. Yani Rab, kurulu koca bir saati andıran bu kâinatı kurgulamış ve kurmuş, ondan sonra da bu evreni kendi haline terk etmiştir.

İster Rabbi tanımayan tekâmülcü/evrimci anlayışla varlık kategorileri arasında ilişkiyi kurgulayan düşünce sistemi olsun, ister Newtonik anlayış ve benzeri yaklaşımlar olsun, evreni ve evrendeki sitemi, müstesna düzeni açıklamak imkânına sahip değildir. ( Konumuz bu tür düşünceleri eleştirmek olmadığından bu kadarcık işaret yeterli görülmelidir.)

Kur’ân-ı Kerim’in dile getirdiği evren ise, içindeki her şeyiyle ve eşsiz sistemi ve düzeni ile Allah’ın yarattığıdır. Allah’ın bu kâinatı yaratmasındaki pek çok hikmet arasında bu kâinatın O’nun varlığının ve rububiyetinin en önemli bir delili ve göstergesi olmasının yanında, insanoğlunun imtihanını başarılı bir şekilde tamamlaması ve halifelik görevini kolaylıkla yerine getirebilmesi de vardır.

İnsanı ve kâinat içerisindeki yerini bu esaslar çerçevesinde algıladığımız takdirde, insanın varlık içerisindeki kategorik yerinin canlı varlıklar arasında olduğunu söylemenin önemli sakıncalarının çoğunluğu ortadan kalkabilir diye düşünmekteyiz. Kaldı ki biz bunu bizim kendi kabulümüz olarak değil, maksadımızı dile getirebilmek için dışımızdaki bir kabulü konumuzu açıklayabilmek için bir vasıta olarak değerlendirmekteyiz. Buna ihtiyaç duymadan meramımızı başka bir yolla anlatabilmek için -aczimizin gereği- başka bir yol bulamadığımızdan bu yolu izlediğimiz için mazur sayılacağımızı ümit etmekteyiz.

[2] Bk. el-A’râf, 7/79; el-Furkan, 25/44.

[3] Bk. Âl-i İmrân, 3/182; el-Enfâl, 8/5; el-Hacc, 22/10; Fussilet, 41/49; Kaf, 50/29

Mehdi ve Mesih

Hem Şii hem de Sünnilerde Mehdi inancı var. Lakin telakkiler farklı. Atfedilen misyonlar da farklı. Genel kanıya göre, zulüm ile dolan dünyayı adalet ile dolduracak ve İslam’ın önündeki şaibeleri temizleyecektir. Mehdi, nüzülü sonrasında Hazreti İsa ile ortak bir misyona sahip olacaktır. Mehdi ve Mesih Aleyhisselamın Deccalizme karşı özel bir misyonları öngörülmektedir. Her ne kadar hadisler ahirzamanda Yahudilerle Müslümanlar arasında Ürdün Nehri kıyısında bir savaşın olacağını ifade etse de Müslümanlar hadisin şerhlerinde İsrail’in kurulacağını pek öngörememişlerdir. Daha ziyade Mehdi’nin harplerinin Batılılarla olacağı sanılmıştır. Hadisler hangi asırda şerh edilmişse o asrın algısı ve şartları esas alınmıştır. İsrail kurulduktan sonra Hazreti İsa ve Mehdi’nin misyonu bir biçimde Siyonistleri bertaraf etmek olarak tezahür etmiştir. Elbette Mehdi ve Mesih’in misyonu İslam’ı külli olarak ihya etmektir. Bunun bir diğer ayağı yeryüzünde zulmü ve zulematı ortadan kaldırmaktır. Zulumat küfür, zulum ise fiziki zulumdur. Deccalizm hem küfrü hem de zulmü temsil ediyor. Deccal’ın faaliyet alanı dünya ve merkezi ise İsrail’dir. Mehdi ve Mesih Aleyhisselamın faaliyet alanı dünya ama merkez bölgesi Şam ve Filistin’dir. Hazreti İsa’nın Şam’a nüzül etmesinden sonra faaliyet sahasının Babu’l Lüd merkezli olarak bütün Şam ve Filistin’e yayılacağı anlaşılmaktadır. Bunun dışında 70 bin Taylasanlı İsfehan Yahudisinin Deccal’ın hizmetine gireceği ifade edilmektedir. Şia’nın Mehdi telakkisi fiziken de misyon itibarıyla da Sünnilerin anlayışından tamamen ayrılmaktadır. Dikotomiden o da nasibini almıştır. Sadece Fatima (R.Anha) soyundan olacağında ittifak vardır. Şiilere göre, hicri 255. yılın Şaban ayının 15’inde dünyaya gelmiştir ve Samarra’da dehlize girdikten sonra bir dönem naipleriyle temas ettikten sonra tamamen kaybolmuştur. Lakin o günden itibaren huruç etmeden yaşamakta ve Humeyni’ye göre binlerce yıl daha böyle kalma ihtimali bulunmaktadır.

Ahmet Katip gibi kimi Şiiler Hasan Askeri’nin çocuğu olmadığını ve dolayısıyla on ikinci imam doğmadığı için on ikinci imamın Mehdi olması da mevzubahis değildir ve tarihi gerçeklere terstir. Ahmet Katip bunu açıktan söylerken Rafsancani gibiler dolambaçlı olarak söylüyorlar. Dolayısıyla bu mutasavver şahsiyet, tarih dışıdır. Sünniler ise görev zamanı geldiğinde doğacağını ve tabii bir şekilde de öleceğine inanmaktadırlar. Şiilere göre Mehdi doğalı yaklaşık 1200 yıl olmuştur ve muhtemel olarak ortaya çıkmadan binlerce yıl daha yaşayabilir. Lakin Nejad gibilere göre de eli kulağındadır ve çıkmak üzeredir. Mehdi de olsa bir kimsenin bu kadar hayat sürmesi, görülmemiştir ve muhaldir. Vakıanın hilafınadır. Bunu Mesih veya Hızır Aleyhisselamın hayat tarzıyla karşılaştırmak fasit kıyastır. Birincisi, Mesih’in nüzülü ahirzaman olaylarındandır ve müteşabihattandır. Şia’nın Mehdisi ise ahirzamanda değil neredeyes sadr-u İslam’da doğmuş ve dolayısıyla müteşabihat yüklü değildir. İkincisi, Hazreti İsa onların Mehdi ile ilgili inançlarındaki gibi yeryüzünde değil gökyüzünde ve başka bir boyutta yaşamaktadır. Dolayısıyla iki hayat biçimi kıyas kabul etmeyecek kadar birbirinden farklıdır. Şia’nın Mehdisi Hızır Aleyhisselam’la da kıyaslanamaz zira hem İsa hem de Hızır Aleyhisselamın varlıkları Kur’an’la sabittir. Hazreti İsa’nın nüzülü Kur’an ile sabit olmakla birlikte müteşabihattandır. Musa’nın arkadaşı Hızır Aleyhisselamın yaşayıp yaşamadığı ise tartışmalıdır. Yaşıyorsa bile başka bir boyutta olmalıdır. Zira hadiste bisetten 100 yıl sonra yeryüzünde sahabelerden yaşayan kimsenin kalmayacağı haber veriliyor. Bazı alimler hadisten yola çıkarak Hızır Aleyhisselamın İslam dairesinde yaşamış olması halinde bile hadise binaen 100 yıl sonra vefat edeceğini ileri sürüyorlar. Bu tartışmalı bir durumdur. Hazreti İsa’nın statüsü ise istisnaidir. Şia’nın Üçüncü olarak; Mehdi meselesi Sünni tarihinde Reten el Hindi hadisesini çağrıştırmaktadır. Reten el Hindi adındaki bir adam hicretten 650 sene sonra kendisinin sahabe olduğunu ve o müddet yaşadığını ileri sürmüştür. Ulema bu ve benzeri hadislere dayanarak adamın akla ziyan iddiasını çürütmüşlerdir. Lakin ehl-i tahkik olmayan bazı sufiler adama inanmışlar ve sahabe muamelesi yapmışlardır. Lakin Reten el Hindi Şia’daki Mehdi tasavvurundan daha gerçekçidir. Sahtede olsa Reten el Hindi insanların önüne yani perde önüne çıkmıştır. Faraza doğru bir tez de olsa ‘on ikinci imam; Mehdi’ perdenin önüne hiç çıkmamıştır! Niye? On bir imam perdenin önünde idiler de sonuncusu niye çıkmadı? Bu sorunun cevabını tarihçiler şöyle veriyorlar. İmam Hasan Askerinin hiç oğlu olmadı. Ona böyle bir şey nispet edildi ve onu gördüğünü söyleyen 70 kişi de birbirini tekzip etti. Kısa görünmeme döneminde dört naibi üzerinden halkla temas ettiğine inanıldı ve ardından sırra kadem bastı. Şia’ya göre Mehdi’nin misyonu amme dedikleri Sünnileri kesmekten ibaret olacaktır ve Arapların onda dokuzunu ve Sünnileri doğrayacaktır (http://www.youtube.com/watch?v=hR-)

CİNLERİN ŞERRİNDEN ALLAHA SIĞINMAK

Biz İnsanlar olarak, görmediğimiz ve bilmediğimiz bir canlı türleriyle karşı karşıya bulunmaktayız. Şu halde, geriye onları da bizi de yaratan Allah’a sığınıp onların şerlerinden ve yapabilecekleri kötülüklerden korunmak kalıyor. Bunun da bir tek yolu var: Dua ve Münacatlar. Zaten normal olarak hayatımızın bir parçası olması gereken dua ve münacat aynı zamanda bizi Allah’a yakınlaştıracağı için, cinler ve şeytanlar da yakınımıza sokulamayacaklardır. Çünkü onların da bizim gibi gurupları, cemaatleri ve teşkilatları vardır. Bizim dualarımızdan şüphesiz onların hayırlıları da istifade edecekleri için, rahatsızlık vermek isteyenlere karşı onlar da kendi içlerinde mücadeleye girişecekler ve kötüleri engellemeye çalışacaklar, hatta savaşacak ve cezalandıracaklardır. Bu sebeple dua ve münacatın cinlerden ve şeytanlardan korunmada önemli bir yeri vardır.
İnsan günlük hayatında abdestli bulunması halinde, onlardan kısmen korunacağı gibi, buna namazı ve diğer duaları da ilave ederse, korunma hususunda kendini biraz daha sağlama almış olacaktır.
Haris el-Eş’ari (r.a)’den nakledilen bir hadisi şerifte Rasülullah (s.a.v)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “…Allah size, Allah’ı zikretmenizi emretti. Bunun da misali, peşinden hızla düşmanın geldiği bir adamdır. Bu adam muhkem bir kaleye gelip, düşmandan kendini korur. Kul da böyledir. Şeytana karşı kendisini sadece Allah’ı zikretmekle koruyabilir. (Tirmizi, Emsal, 3, (2867).)
Şimdi bu hususta Efendimiz (s.a.v) ve ashabının okuduğu dualardan örnekler takdim etmek istiyoruz.
Euzü – besmele
Bu konuda Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurulmaktadır: “Şayet sana şeytandan bir kışkırtma (şeytani bir dürtü) gelecek olursa, hemen Allah’a sığın.”(41:36.) Yani, “Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racim” de. Bununla beraber, Müminün suresindeki şu ayetlerle de Allah’a sığınmak yerinde olur:
“Rabbi euzü bike min hemezeti’ş-Şeyatin ve euzü bike Rabbi en yahdurun” Yani; “Rabbim, şeytanın kışkırtmasından sana sığınırım ve onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.”(23:97-98.)
Eve girerken
Besmele ilgili olarak Cabir (ra)’den rivayet edilen başka bir hadis ise, evlere girerken ve yine yemek yerken Besmele çekmenin önemine işaret ediyor: “Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki: “Kişi evine döndüğü zaman içeri girerken ve yemek yerken Allah’ın adını zikrederse, şeytan (avenelerine): “Size burada gecelemek de yok akşam yemeği de yok!” der. Ama kişi, eve girerken Allah’ı zikreder fakat akşam yemeğini yerken zikretmezse, şeytan (avenelerine): “Akşam yemeğine kavuştunuz ama burada gecelemeniz mümkün değil!” der. Adam eve girerken ve yemeğe başlarken “Bismillah!” diyerek Allah’ı zikretmezse, şeytan (avenelerine): “Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!” der.”( Müslim, Eşribe, 103, (2018); Ebu Davud, Et’ime, 16, (3765).)
Evden çıkarken
Eve girerken okunan Besmele, şeytanın şerrini bizden ve onu da evden uzaklaştırdığı gibi, insanın sokağa çıktığı zaman da korunmaya muhtaç olduğu açıktır. Bunun içinde Euzü-Besmele çekilir. Ancak, Resulullah (s.a.v), sokağa çıkarken sadece Euzü – Besmele ile yetinmemiş ve ayrıca dua etmiştir. Bu konuda Enes (r.a)’den nakledilen hadisi şerifte, Hz. Peygamber (s.a.v)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
“Evinden çıkınca kim: “Allah’ın adıyla, Allah’a tevekkül ettim, güç kuvvet Allah’tandır” derse kendisine: “İşine bak, sana hidayet verildi, kifayet edildi ve korundun da” denir, ondan şeytan yüz çevirir.”( Tirmizi, Daavat, 34, (3422)
Bakara suresi: ayetü’l-kürsi ve amene’r-rasülü
Konumuzla ilgili olarak, Ebu Hüreyre (r.a)’den nakledilen bir hadisi şerifte, Rasülullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, içerisinde Bakara suresi okunan evden şeytan kaçar.”( Müslim, Misafirin, 212, (780)
Başka bir hadisi şerifte ise bu iki ayetin, Bakara suresinin son iki ayeti olan “Amene’r-rasülü” olduğu açıklanmaktadır.(Tirmizi, Sevabu’l-Kur’an, 4/2882)
Uyumak için yatağa girince
Resul-i Ekrem Efendimizin yatağa girdiği zaman okuduğu çeşitli dualar vardır. Bu konuda Büreyde (r.a)’den nakledilen bir hadisi şerifte Hz. Peygamber (s.a.v), şu duayı tavsiye buyurmuştur:
“Ey yedi kat semanın ve onların gölgelediklerinin Rabbi, ey arzların ve onların taşıdıklarının Rabbi, eyşeytanların ve onların azdırdıklarının Rabbi! Bütün bu mahlukatının şerrine karşı, beni himaye et! Et ki, hiç birisi, üzerime aniden saldırmàsın. Senin koruduğun aziz olur. Senin övgün yücedir, senden başka ilah da yoktur; ilah olarak sadece sen varsın.” (Tirmizi, Daavat, 96, (3518).)
Uykuda korkunca
İmam Malik’ten rivayet edildiğine göre, Halid İbnu Velid (r.a), Hz. Peygambere: “Ben uykuda iken korkutuluyorum. (Ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?)” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v) ona şu duayı okuması tavsiyesinde bulundu:
“Allah’ın eksiksiz, tam olan kelimeleri ile Onun gazabından, ikabından, kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve beraberliklerinden Allah’a sığınırım! de!” (Muvatta, Şiir, 9, (2, 950).)
Helaya girerken
Tuvaletlerin, çöplüklerin, hamamların, kabirlerin, harabelerin cinlerin ve şeytanların meskenleri mahiyetinde çok uğradıkları ve konakladıkları yerlerdir.
“Rasülullah (s.a.v) kazayı hacet için helaya girdiği zaman şu duayı okurdu:
“Allahümme inni euzü bike mine’lhubsi ve’l-habais. (Allahım, pislikten ve (cin ve şeytan gibi) kötü yaratıklardan sana sığınırım.”(Buhari, Vüdu, 9)
Tekbir, tesbih, tahmid
Namaz tesbihatı, camide ve namaz kıldığımız herhangi bir yerde yapılabileceği gibi, yolda-sokakta yürürken, araç kullanırken; yatakta ve uyumadan önce de yapılabilir. Kuran-ı Kerimde de bu konuya işaretle; “Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarlarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler…” (Al-i İmran, 3/191.) buyurulmaktadır.
Tesbihat, hiçbir vakit terk edilmemeli ve nerede olursa olsun mutlaka yapılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber, şeytanın namazda kişiye günlük işlerini hatırlatıp vesvese verdiğini ve namazı alelacele kıldırıp tesbihatı yaptırmadan işine gücüne daldırdığını veya uyuttuğunu anlatıyor.
La ilahe illallahu vahdehu la-şerike leh,
Bu da yine, dua makamındaki namaz tesbihatından birisidir.
Peygamber Efendimiz, Ebu Hureyre (r.a)’den nakledilen hadisi şerifte, şöyle buyurmaktadır:
“Her kim: ‘La ilahe illallahu vahdehu la-şerike leh, lehü’l mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir’ duasını, bir günde yüz kere söylerse, kendisine on köle azat etmiş gibi sevàp verilir, ayrıca lehine yüz sevab yazılır ve yüz günahı da silinir. Bu, ayrıca üç gün akşama kadar onu şeytana karşı muhafaza eder. (Buhari, Daavat, 54)
Şeytanın telkinlerine karşı ihlas suresi
Bir hadisi- şerifte şeytanın bir vesvesesinden söz edilmiş ve buna karşı ihlas suresinin okunup sol tarafımıza doğru üç defa tükürmemiz tavsiye edilmiştir.
Muavvizeteyen (Nas ve Felak sureleri)
Cinlerin şerrinden kurtulmak için de, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Felak ve Nas Surelerini okuduğu, ashabına ve bizzat Hz. Aişe validemize de okumayı tavsiye ettiği bildirilmektedir.
Hz. Aişe (r.a)’den rivayet edilen bir hadis şöyledir: “Hz. Peygamber (s.a.v) yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Muavvizeteyn’i ve Kul hüvallahu ahad’i okur, ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı bana emrederdi.”(Buhari, Fezailü’l-Kur’an, 14)
Kaynak : Sorularla İslamiyet

Allah neden bazı İnsanları Çirkin bazılarını da güzel Yaratmış

İçinde yaşadığımız şu kainatın en açık gerçeklerinden biri, gerçeklerin nisbi ya da göreceli niteliğidir. 

Bu kainat, ya siyah ya beyaz, ya güzel ya çirkin, ya iyi ya kötü, ya aydınlık ya karanlık gibi mutlak, kesin ve keskin ayrımların diyarı değildir. Bilakis, siyahın ve beyazın, güzelliğin ve çirkinliğin, iyinin ve kötünün, aydınlığın ve karanlığın dereceleri vardır.

Kainatın neden bu durumda yaratılmış olduğu sorusuna, selim kalblerin ve müstakim akılların asırlar boyu veregeldiği ortak bir cevap vardır: çünkü, kainatın yaratılış amacı böyle bir derecelilik içinde gerçekleşir. Bu kainat, kendi güzelliğini, mutlak ve sınırsız isim ve sıfatlarını görmek ve göstermek isteyen bir Zat-ı Zülcelal tarafından yaratılmıştır; ve onun bu sırrı gerçekleştirmek üzere yarattığı insan, bunu ancak bir ‘nisbilikler,’ ‘derecelilikler’ dünyasında gerçekleştirebilir. Zira insanın, bir yaratılmış olarak, yaratılmışlığının zorunlu sonucu olan sınırları vardır; bilgisi, algısı, bakışı, iradesi, gücü,.. sınırlıdır. Dolayısıyla, kendisini ve kainatı yaratan Zat’ı mutlak ilmi, iradesi ve kudreti ile kuşatıp kavrayamaz. Hakikatı, mutlak ve sınırsız bir biçimde karşısına çıktığında, tanıyıp tanımlayamaz. Bu durumda, hakikatı mutlak surette görmek yerine, göz kamaşmasıyla gelen bir körleşmeye maruz kalır; tıpkı güneş ışığına baktığımızda, görme kapasitemizin artmayıp, gözümüzün körleşmesi gibi…
Bu sırdandır ki, kainatı ve insanı yaratan Zat-ı Zülcelal, alemi ‘şiddet-i zuhurundan gizlenip azamet-i kibriyasından ihtifa ederek’ yaratmış; yani, mutlak isim ve sıfatlarını ‘göreceli,’ ‘dereceli’ bir surette tecelli ettirmiştir.
Kainatta zıtların varlığı, işte bundandır. Bu kainatı yaratan, güzel-çirkin, iyi-kötü, fayda-zarar, mükemmel-noksan, aydınlık-karanlık,.. gibi zıtları birbirine karıştırarak müthiş bir çeşitlilik içinde kainatı yaratmış; bize, bu nisbilik üzerinden O’nun mutlak isim ve sıfatlarını tanıma imkanı sağlamıştır.
İnsanın kainatın içindeki mevcudları, mesela güzellik açısından çok güzel-güzel-fena sayılmaz-çirkin-çok çirkin gibi bir sınıflamaya tabi tutabilmesi, bundan dolayıdır. Elbette, bir adım ileri gittiğinde ‘güzel’ görmediği şeylerde dahi, bir kıyas unsuru olarak güzel şeylerdeki güzelliğin farkedilmesini sağlama gibi güzel bir özellik görür insan.
İnsanlık alemine baktığımızda da, kainatı kuşatan bu dereceliliğin insanlar arasında da değişik yansımalarını görürüz. İnsanlar, ne güç bakımından birbirine eşittir, ne akıl bakımından, ne duygu bakımından, ne ahlak ve ne de güzellik bakımından. Güçlü-zayıf, akıllı-akılsız, iyi-kötü, duygulu-duygusuz, güzel-çirkin zıtları arasında değişik salınımlar sergiler insanoğlu. Bütün dünyaya iyi ahlak örneği sunan insanlar kadar, ahlakının kötülüğünden bütün dünyanın sakındığı insanlar da vardır. Gücüyle efsanelere kadar uzanmış insanlar çıktığı gibi, parmağını kıpırdatmaktan aciz insanlar da yaşamıştır. Güzelliğiyle dillere destan olanlar olduğu gibi, çirkinliğiyle şöhret bulmuş insanlar da vardır.
İnsanın bu ‘dereceli tecelliler’ tablosunun göze ve gönüle hoş gelen tarafına fazla bir itirazı yoktur. Buna karşılık, aklı bu ‘nisbilik’ sırrını kabullense bile, her insanın vicdanı bu tablonun ‘olumsuz’ gözüken tarafına dair sorular sormaktadır. Bilge bir insan olmak, iyi bir insan olmak, hatta güçlü bir insan olmak bir derece insanın iradesine, eldeki kabiliyetleri iyi kullanmasına bağlı olduğu için, vicdanın bu noktadaki sorularına cevap vermek nisbeten kolaydır. Ama özellikle güzellik, sonradan edinilen bir şey olmadığı için, “İyi ama, çirkinlerin günahı ne?” sorusu öylece ortada kalmaktadır.
üstelik, insan çalışıp gayret göstererek zekasını ve bilgisini, görgüsünü ve ahlakını güzelleştirebildiği halde, güzellik çalışarak edinilen veya geliştirilen bir şey değildir. Dahası, ‘estetik amaçlarla’ vücuduna cerrahi müdahalede bulunmak, hatta kaşını-gözünü aldırmak, Allah ve Peygamberi (asv) tarafından kesinlikle hoş görülmemiştir.
İnsanlık tarihine, hatta yalnızca kendi yaşadığı döneme ve kendi çevresine bakan her insan, vicdanını meşgul eden bu sorunun en azından şiddetinin hafiflemesini mümkün kılacak bir dizi gerçeği rahatlıkla kavrayabilir.
Mesela, her insan, güzelliği kendisi için felakete, pek güzel olmaması ise kendisi için bir saadete dönüşmüş pek çok insan görebilir. çok güzel ama mutsuz insanların sayısı, pek güzel olmadığı halde mutlu insanların sayısından daha az değildir. Benzer şekilde, nice güzel insan, çevresinin ve kendisinin güzelliğine yönelik aşırı vurgusuyla, başkaca insani kabiliyetlerini yeterince geliştirememiş durumdadır. Güzel ama huysuz, güzel ama şımarık, güzel ama kaprisli, güzel ama geçimsiz diye tanımlanan insanlara her insan çevresinde rastlayabildiği gibi; güzelliğe yönelik bir vurgudan veya güzelliğin verdiği bir güvenden dolayı akli yeteneklerini geliştirmeye fazla özen göstermeyen insanların çokluğundan dolayıdır ki, mesela ‘aptal sarışın’ diye bir deyim dillere yer etmiş durumdadır. Gerçekte ‘güzel’ insanlar, özellikle ‘sarışın güzel’ler akıl ve zeka itibarıyla ‘daha geri durumda’ yaratılmadıkları halde, bu deyimin dillere bu kadar yerleşmiş olması, elbette anlamlıdır.
Tablonun pek güzel olmayanlar, hatta ‘çirkin’ denilecek durumda olanlar tarafında ise, bunun tam zıddı görüntülere rastlamak her zaman için olasıdır. Güzelliğiyle kaybedenler kadar tanıdık bir olgu, ‘pek güzel olmayışı’nı kazanca dönüştürenlerin varlığıdır. ‘Vasat’ bir güzelliği olan, hatta kimilerinin ‘çirkin’ gördüğü nice insan, kimi ahlak, kimi akıl, kimi görgü itibarıyla nice güzele göre daha tercihe şayan durumdadır. Pek güzel olmayan güzel ahlaklı bir insanın dostlarının sayısı, güzel ama huysuz insanlardan kesinlikle daha fazladır. Güvenip dayanacağı düzeyde aşikar bir güzelliği olmayışının sevkiyle bilimde, sanatta, maneviyatta daha ileri noktalara çıkabilmiş insanlar azımsanmayacak sayıdadır. Nitekim, Allah’ın onu yarattığı halden hoşnut olup, ‘dünyalar güzeli’ olmayışına şükreden pek çok insan olsa gerektir.
Kısacası, ne güzellik tek başına insana yetmektedir; ne de yeterince güzel olmamak. Bilakis, insanın hayat yolculuğunun iyiye veya kötüye doğru seyri, Allah’ın onu yarattığı hali nasıl değerlendirdiğine göre şekillenmektedir.
Ancak, bu vakıa, insanın vicdanından kopup gelen o soruyu, şiddetinden epeyce şey kaybettirse de, büsbütün izale etmemektedir. En başta, hem güzel, hem akıllı, hem iyi ahlaklı insanların varlığı, insanın içinde ‘yeterince güzel’ görünmeyen, dahası ‘çirkin’ denilebilir durumdaki insanlar açısından, bu soruyu kalıcı kılmaktadır.
Bu dünyada hem güzellik, hem akıl, hem ahlak bakımından insanlığa en güzel örnek olmuş olan Resul-i Ekrem aleyhissalatu vesselamın ahiret hayatına dair, nedense nazarlardan gizlenmiş, fazla şöhret bulmamış bir hadisi, bu soruya kalıcı bir cevap sunmaktadır. Bu hadisten öğrendiğimize göre, bu dünyada Allah onları hangi surette yaratmışsa o surete razı olan; güzelliğine güvenip yahut çirkinliğine kızıp isyana kalkışmayan; Allah’ın bu dünyada onu yarattığı hal üzere kendi insani kemalini bulup O’nun kendisini yaratış amacını gerçekleştirmeye çalışan her insanın buyur edileceği cennette, bir çarşı vardır. Ama bu çarşıda ne alış, ne de satış vardır. Bu çarşıda, erkek ve kadın suretleri bulunur. Cennet ehli, oraya gider, beğendiği sureti alır ve o sureti giyinmiş olarak cennetteki evine döner.
Bu hadis, bu dünyanın yaratılışındaki ‘derecelilik’ hikmetine binaen farklı suretlerde yaratılan, bu derecelilikteki hikmeti kavramakla birlikte için için kendinden daha güzelleri görüp onların haline imrenen, yahut kendini güzel bulsa da yeterince güzel olmayanlar adına üzülen insanlara, müthiş bir duygusal açılım, ferahlık ve derinlik sunmaktadır.
‘Suret çarşısı’ hadisinin de düşündürdüğü üzere, bu fani dünyada aslolan, ne güzelliğine, ne de yeterince güzel olmayışına kilitlenip kalmaktır. Bu imtihan dünyasında aslolan, özünü güzelleştirip, bizi ve kainatı yaratan Rabbin hoşnutluğunu kazanmamızı sağlayacak ‘güzel eylem’lerde bulunmaktır.
Bu dünyada biz O’ndan razı olup O’nu bizden razı kılabildiğimizde, O bizi içinde ‘suret çarşısı’nın da bulunduğu ebedi cennetlerde ağırlayacak; razı olduğu kuluna, çok hikmetlere binaen bu dünyada vermediği suret güzelliğini orada sunacaktır.
Ne mutlu, güzelliğini nisyana yahut çirkinliğini isyana gerekçe kılmayıp, bu dünyada siretini güzel kılıp yaşayışını güzel eyleyerek, öte dünyada suret çarşısının müşterisi olmaya hak kazananlara…
Kaynak : Sorularla İslamiyet

 

“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat”

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan  hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” denilmiştir.

“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)’in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. “Sünnet” daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur’ân-ı Kerim’de de kullanılmıştır: “Allah’ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün” (A/u İmrân, 3/137). “Allah’ın sünneti kesinlikle değişmez” (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime’de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ’nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe “âdet” kelimesi ile karşılanmıştır.

Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber’in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur’an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. “Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah’ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur’an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi” (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur’an’dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla “sünnet” olarak kabul edilmiştir.

Kur’an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah’ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. “Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; “dinledik ve itaat ettik” diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar” (en-Nûr, 24/5).

Hz. Peygamber (s.a.s.), “size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin” buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid’at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur’an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir” (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).

İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur’an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: “Ahmak herif: sen Kur’an’da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır.” Abdullah b. Mesud (r.a.) “Allah’ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” haber verirken bir kadın “bunlar Kur’an da var mı?” diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: “Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun”: “Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız” (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü’r-Resûl Şakîkatu’l-Kur’ân, s.54).

Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid’at; her bid’at sapıklıktır” (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

Kur’an-ı Kerim’de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: “İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah’dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur” (et-Tevbe, 9/100). Allah’ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ’nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: “Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir” (Buhâri, Fedâilu’s-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen “cemaât”ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.), “size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır.” Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın rahmet eli cemaât ile beraberdir” (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)’in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât’ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir” buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca “benim ve ashabımın yolunda olanlar” diye cevaplamıştır. Bir rivâyette “cemaât” denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size ‘sevâdu’l a’zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim” (İbn Mâce. Fiten. 8). Sevâdu’l-a’zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü’l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu’l a’zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek’e cemaat kimlerdir? denilince “Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır” diye cevap vermiş, “Onlar öldü”, denilince de yine “falan ve falandır” demiştir. Onlar da öldü, denilince “işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır” der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: “Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir” (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah’ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır” (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Şehristânî’nin tarifine göre “cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur” (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).

İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)’ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)’a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla “senetü’l-cemâa” (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman’ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü’l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü’l-Basri’dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve “Allah’a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez” (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah’a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes’ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu’l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah’ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah’ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah’ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

Hasanu’l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)’in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp “Sizden olan ulû’l-Emre itaat edin” (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû’l-Emr’i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru’l Kur’an’il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata’yı meclisinden “kovmuş”, haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia’yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid’at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü’l-hakk, “ehlu’s-sünne ve’l-İstikâme, ehlu’l-hadis, ehlu’l-cemaâ, ehlu’l-hadis ve’s-sünne ve ehlu’s-sünne ve’l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu’s-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), “ehlu’l-hakk ve’l-cemâ’a” terimini ise, ilk defa kullanan Ebu’l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)’dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren “ehlu’l-hakk ve’l-istikâme” “ehlu’s-sünne ve’n-nakl”, “ashabu’l-hadis” şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)’in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından “ehlu’s-sünne ve’l-cema’ât” ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’a ve’l-âsâr” şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya’la, Tabakatu’l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’â” şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)’nin “Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber” isimli eserinde rastlanmaktadır. “Ehlu’s-sünne”, dinde bid’atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu’s-sünne, bid’at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid’ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır” (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)’den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid’at olduğunu her bid’atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer’î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de “bid’atçı” denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu’tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta’rifât, s.40. 43). Bid’at; Peygamber (s.a.s)’den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid’at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid’at sebebiyle tekfir edilemez… Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid’atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid’ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba’s) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ’yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin “O azamet ve Celâl’inden dolayı görülmez” demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid’âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba’s-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)’in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)’ın Allah olduğunu ve Cibril’in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid’atlardan sayılan Allah’ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah’ı görmeyi inkâr eden Mu’tezile tâifesi gibi câhil bid’atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur’an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer’i delilden dolayı inkâr ise, ma’zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid’atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü’s-sünne ve’l-cemaât mezhebidir. Ehlü’s-sünnet; Selefiler, Eş’arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid’atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid’adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi’setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid’atlara örnek: Kur’an’ın mahlûk olduğunu ve Allah’u Teâlâ’nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid’at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid’at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, V, 472).

Bid’atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid’at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)’ın hilâfeti dönemindedir.

Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).

İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu’tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet’i hak ehli”, onun dışındakileri ise, bâtıl ehli” olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet’i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).

Hz. Ali (r.a.)’ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid’at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe’nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Şîa’nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe’nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe’ Yemenli bir yahudidir. İslâm’ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm’a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric’at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm’a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe’nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.

Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid’ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü’l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife’yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaât’in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu’tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.

Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur’an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te’vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş’âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).

Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş’ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu’tezile ve diğer bid’at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O’nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş’âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: “Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti” (el-A’râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: “İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid’attır” demiş, teşbih ve te’vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve Eş’arî’nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te’vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü “Arşda hükümran oldu” Allah’ın eli sözünü Allah’ın kudreti ve rahmeti olarak te’vil etmeleri gibi.

Maturidîler ile Eş’ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146).

Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi’dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî’dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş’âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.

Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş’âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu’l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.

İbni Teymiyye ile İbnü’l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş’âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

Abdulkâdir el-Bağdâdi’ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid’atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,

2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

3- Muhaddisler,

4- Ehl-i bid’ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,

5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).

İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm’ın hayata tatbikidir.

İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)’in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: “İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık” (el-Bakara: 2/143).

Câbir b. Abdullah’tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: “İşte bu, Allah’ın yoludur.” Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. “Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır” dedi. Bilahare şu âyeti okudu: “Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o’nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın” (en-En’âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta’tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve’l cemaat’e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti’t- Tahaviyye, 586-588).

Batının “Hedonizm, Egoizm ve Komfortizm” hastalıkları çöküşün işaretleri olarak düşünülmelidir.

Mobilya mağazasında kocası ile kavga eden çarşaflı kadını düşündükten sonra bu yazıyı yazma ihtiyacını hissettim. Sade yaşamanın güzelliğini kaybeden bir kültür bizim kültürümüz olmazdı.

kose yazilari 2  Üç yuva yıkıcı

İç mimari mesleği ile uğraşanlar yanlış anlamasınlar ancak mesleklerinin bazı risklerini onlara anlatmak istiyorum.

Özellikle iç mimari ve tasarım üretiminde önde olan İtalya, İspanya’nın süratle krize yönelmesi bazı sosyal hastalıkları bize hatırlattı.

Bu üç sosyal hastalık aile de ve ülke de ekonominin çöküşünün görünmeyen psikososyal nedenidir.

Batının  “Hedonizm, Egoizm ve Komfortizm” hastalıkları çöküşün işaretleri olarak düşünülmelidir. Bu sosyal hastalık belirtileri bizde de çokça rastlanır oldu.

Zevkçiliği, bencilliği ve kişisel rahatını yücelten bireylerin çoğunlukta olduğu hiçbir aile mutlu olamaz, hiçbir kurum devam edemez ve hiçbir toplum ayakta kalamaz.

Bu üç hastalığın sonucu

İnsanların tembelleşmesi, lüks ve eğlencenin yüceltilmesi, görev ve sorumluluk duygusunda azalma olması, israfın, aç gözlülük ve doyumsuzluğun yaygınlaşması, sosyal ilişkilerde saygının ve empatinin değerini yitirmesi, bencilliğin teşvik edilmesi sonucu toplum da bazı değerler geriler.

Sevgi, saygı, güven, merhamet ve sorumluluk değerleri zarar görür.

Halkın düzene sevgi ve güveninin zayıflaması ile birlikte toplumda adalet ve dürüstlük duygusunun gerilemesi sonucu gelir dağılımının bozulması ortaya çıkar.

Ahlaksız ticaret,

İlkesiz politika,

Faydasız ilim,

Emeksiz zenginlik,

Vicdansız haz ve

Çilesiz dindarlık varsa  “hedonizm, egoizm ve komfortizm” sosyal hastalıkları bu değerleri bozmuş demektir.

Kredi kartı tuzağı

Kredi kartını hazır nakit gibi algılaması ve kredi kartına taksit adı altında tuzak uygulamalar alışveriş çılgınlığını teşvik ediyor. Karşılıksız sermaye olan kredi kartlarının bankaların gelirlerinin dörtte birini karşılaması tesadüf değildir.

Tüketici davranışını etkileyen sosyal hastalıklar insanda temel özdenetim mekanizması olan “İstek ve ihtiyaç” dengesini bozulmasına sebep oluyor. Hoşuna giden bir kıyafet, ev eşyası, kişiye özel tuzakları ihtiyacı olmayan şeyi almamız sonucunu doğuruyor.

Yetinme duygusu yani kanaat hissini zedeleyen modern yaşam tasarruflu yaşamayı eski kafalı olmak olarak sundu.

“X” kuşağı gençlik

Yemeyeceksen, harcamayacaksan, neden kazanıyorsun? diyen eşler şirketleri batırmaya devam edecekler.

Hatta bir genç çalışanımız iyi maaş aldığı halde işten ayrılmıştı. Kalite standartları gereği neden ayrıldığını öğrenmek istedik ve sorduk aldığımız cevap ağzımızı açık bıraktı. 25 yaşındaki genç “Burda iyi kazanıyorum ama harcamaya zamanım olmuyor neden çalışayım ki?” demişti.

Amacı yemek içmek ve eğlenmek olan “X” kuşağı gençlere insani değerleri öğretmek ve yüksek idealler vermekten başka çözüm gözükmüyor.

Hangi Tip

PROF. DR. NEVZAT TARHAN

A tipi insan aceleci, sabırsız, rekabetçi ve saldırgandır (%50).

B tipi insan rahat, sakin, sabırlı, keyiflidir (%40), %10 insanda arada bir yerdedir. Bu değerler hem kadınlar hem de erkekler için geçerlidir.

A tipi insanlar B tipine oranla 3 misli daha fazla kalp hastalığı geçiriyorlar.

Başarılı olmak için günümüz dünya görüşü A tipi kişiliği özendirmektedir. Kazanmak, sahip olmak, elde etmek, tüketmek özendirilmektedir.

Beklenti düzeyinin yükselmesi tüketim modeline dayanan ekonominin lokomotifi olmaktadır.Tüketimi, lüks yaşamı, çok harcamayı özendiren yarışmacı, rekabetçi ekonomi anlayışı sonucu insanlar üzerinde zaman ve başarı baskısı oluşturmaktadır.Bu baskı gerilimin artışını ve bir çok strese bağlı hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

A tipi bir kişi sabah evden telaşla çıkar, plansızdır, adam gibi kahvaltı yapmaz, işe vardığında fazla görev üstlenir, dikkati kolay dağılır, işe kendini kaptırır, hızlı karar alır.Toplantılarda işi son dakikaya bırakır, kendine fazla güvenir, öğle tatili yapmamayı tercih eder.İnsanları yönetirken fazla düşünmeden haksız taleplerde bulunur.Dinlemeyi sevmez.

Aileye vakit ayırmaz, geç saatlere kadar çalışır