DR. EBUBEKİR SİFİL İLE MÜLAKAT

 

MEKTUP – Ocak 2012

 

Aklı başında kişilerin verdiği bilgiler bir başka oluyor. Adeta o bilgiler cennet kokuyor.

Oldum olası âlimleri dinlemeyi çok severim, bir hatasını bile görsem, dinime hizmet etmiş âlimlere asla küçültücü bir kelime kullanmam. (Aslında İslâm’ın düşmanı ile, bana düşmanlık yapanların haricindeki, değil Müslüman, gayrimüslim bile olsa aşağılamam.)

Çağımızda mı böyle, geçmiş çağlarda da mı böyleydi bilmiyorum, âlim daima az… İnsanlar âlim olmaya meraklı veya istekli olmuyor. Bir dönem olsa bile, ya evlenince ya da başına kötü bir iş gelince… Şeytana uyup bir kez günah işleyince… vb. sebeplerle alim olmayı bırakıyorlar. Bazen, bilgisi âlim seviyesinde fakat tavırları gayet avami olabiliyor. Oğlunun borcunu babasından istiyor, veya babasının günahını oğluna ödetiyor, hayvan dövüyor… Çocuk ve kadın dövüyor. Gıybet ediyor. Alim bunları yapmaz. Bu defa ürküyor insan. Ama hemen hatırlıyor ki, bizim dinimiz, din alimlerine bakarak iman etme dini değil, fakat alimlerden bilgi alma dini. Alimi olmayan, selamlaşmayı selamun aleykumla vermeyen toplumdan din gider. Alimi kıt dönemde, birgün Ebubekir Sifil Hoca’yı TV NET’te program yaparken gördüm. Dinledim. Reyting kaygısı, tribünlere oynama gayreti yoktu. Hele hele artistlik pozları hiç yok. Birilerini sömürererek, birilerini karalayarak bir yere gelme gayreti zaten yok. Hatasızlık Allah’a mahsustur, şiarınca bakınca, birçok bilmediğim konuların cevabını onun programında kendisinden buldum.

İlk işim, kendisiyle söyleşi yapmayı düşünmek oldu.

Milli Gazete’deki köşesinde bazen okurdum Sifil Hoca’yı, fakat sözlü duymak daha da farklı oldu.

* * *

Kısa bir zaman dilimi düştü payımıza. Fatih’teki bürosuna gittiğimizde, kendisi henüz teşrif etmemişlerdi. Kütüphanesini zevkle izleme şerefine nail oldum.

Sümeyye Mesut Durmuş yapıyor çekimi, eminesenlikoglu. Org sitem için. Mektup Dergisi için çözümü de o yapacak. Beraber gittik Sümeyye ile. Sümeyye de kitaplı aile çocuğu. O da seyre daldı kütüphaneyi. Gençler, internetten başka kültür alanı yok sanacak nerde ise, böyle yerlere gençler birer birer getirilmeli bence. Derken çekim hazırlığına başladık.

* * *

Selamun aleykum değerli dostlar;

Ebubekir Sifil Hocamızın gelmesini beklerken size bir açış konuşması yapmak istedim. Ebubekir Sifil Hocamızla bugün birkaç konu üzerinde daha sonra da, genelde dünyanın, özelde Türkiye’nin gidişatını konuşacağız. Kendisi değerli bir ilim adamı, bilim adamı ve dava adamı, çok donanımlı üstadlardan. İslâm kültürüyle yetinmeyip İslâmi ilimlerin derinlemesine inen bir şahsiyet “İyi ki bizim de böyle hocalarımız var” diye övünebileceğimiz hocalarımızdan biri. Kendisine sorular soracağız fakat bu gün sadece bir giriş yapacağız, kısmet olursa ilerde tekrar görüşeceğiz. Bundan sonra bir yerde hocamızı dinlerken daha dikkatli dinleyeceğinizi ve not alacağınızı tahmin ediyorum. TV NET’te program yapıyor. Siz yazıyı okuduğunuzda program ve mekan değiştirmiş bile olsa onun yazılarını okumadan bu dünyayı terk etmeyin, derim acizane. Gönül isterdi ki ona yüzlerce soru sorayım. Fakat öğrendiğime göre biraz meşguliyeti var hocamızın. Onun için konuşmayı kısa keseceğiz Ama inanıyorum ki çok faydalı bilgiler edineceğiz.

Allah’a emanet olun şimdilik.

Emine Şenlikoğlu

* * *

Emine Şenlikoğlu: Hocam sizce dünya nereye doğru gidiyor? Dünyaya bağlı olarak Türkiye’nin durumu dünyaya paralel mi gidiyor, yoksa Türkiye’de bir ayrıcalık var mı?

Ebubekir Sifil: Evet… Dünya nereye doğru gidiyor? Bir, zahir (görünen) plan var onun üzerinde yürümemiz lazım. Durum onu gösteriyor ki, özellikle İslâm coğrafyasında Arap baharı diye adlandırılan süreci de dikkate alarak konuşursak İslâm dünyasında bir dönüşüm var. Bu dönüşüm yüzde yüz kendi iç dinamikleriyle, kendi iradesiyle mi oluyor, yoksa dış dinamiklerin yönlendirmeleri ve manipülasyonların da etkisi var mıdır? Allahu a’lem… İkincisi daha doğru. En azından o kökenlere kendi kabuğuna çekilerek bakmak gerektiğini düşünüyorum. Şu anda tek inisiyatif kimde belli değil. Bir biçimde daire olmak istiyor, yönlendirilmek istiyor buralardan menfaat devşirmek istiyor, ya da buralardaki menfaatlerini korumak mümkünse daha da ileri götürmek istiyor.

Pardon Hocam! İslâm dünyasındaki gelişimin Amerika’ya bağlı olduğunu mu ima etmek istiyorsunuz? Yani Müslümanlar gelişemez mi? Bu kadar okuyorlar, artık müsade edin gelişsinler.

Bağlı olduğunu söylemiyorum. Söylediğim şu: İslâm dünyasındaki bu hareketler bu gelişmeler yüzde yüz Batı’nın inisiyatifi ile olmuş değil. Ama Batı buna seyirci kalmak istemiyor. Bundan istifade etmek istiyor. Bu gayet tabiîdir.

Yani şöyle düşünelim, Yemen’de Şii karakterli bir halk hareketi başlıyor. Batı buna duyarsız kalmaz. Niye kalmaz? Çünkü İran etkisinin o civarda yayılmasını istemez. Dolayısıyla o hareketi bir şekilde manipüle eder. Ya oluşacak yeni yönetime destek verir ya da o yönetime destek veren Suud yönetimine destek verir. Bir biçimde doğrudan ya da dolaylı bu işlere müdahil olur. Libya’da bunu açıkça gördük.

Her şeye rağmen İslâmî perspektiften baktığımızda bir ilerleme var denebilir mi?

Var tabii…

Yani, bunu inkar edemeyiz.

Bir değişim var, bir ilerleme var. İslâm dünyası kendi iradesine sahip çıkmaya başladı.

Peki bu anlamda Türkiye’yi de olumlu bir atmosfer içinde görüyor musunuz?

Evet tabiî ki. Eskiye oranla Türkiye’de de bir gelişme, değişme, ilerleme var. Ama her konuda olduğu gibi bu konuda da genelleme yapmaktan kaçınmak lazım. Yani Türkiye’de de İslâm dünyasına paralel olarak her şey yüzde yüz çok iyi gidiyor, her şey yolunda demek mümkün değil. İslâmi kesimde (her kimse) bir rehavet, bir rahatlama var.

İslâmi kesim var mı sizce?

İşte her kimse, diye onun için söyledim.

Evet.

Dini hizmetlerin görülmesinde en azından bir rahatlama var. İslâmi dernekler, vakıflar İslâmi karakterli dernekler, vakıflar daha rahat faaliyet gösterebiliyor. Böyle bir durum var. Ama dikkat etmek lazım. Yani liberal ortamların karakteri budur. Her türlü fikriyat, inanç, dünya görüşü, ideoloji ile birlikte varsınız. Aslında Müslümanların tarih boyu böyle bir tecrübesi yok. Yani bu birlikte oluş… Evet, biz bir arada yaşamışız başkalarıyla, diğerleriyle bir arada yaşamışız tarih boyu, ama bu hep İslâm’ın hakim olduğu bir ortamda olmuş bu. Şu anda böyle bir ortamda değiliz. Şu anda insan hakları genel konsepti içerisinde herkese ne kadar, bize de o kadar şeklindeki bir anlayışla; eşitlikçi, çoğulcu bir yapı içerisinde kendimize bir yer bulmaya çalışıyoruz. Bu tabii bizim din algımıza da etki ediyor. Kadın erkek ilişkileri, kadınla ilgili ahkam, cezai hükümler, yönetimle ilgili hükümler vs… Bunlar, tarihten bize intikal etmiş tartışmalar değil. Şu anda yeniden tartışılan, konuşulan, gündem edilen meseleler… Bu da gösteriyor ki, eskiden devraldığımız miras, şu anda yaşadığımız ortamla mütabakatı temin edilmediği için, intibakı temin edilemediği için bize bir problem olarak yansıyor.

Hocam, eski bu günden daha mı iyi? Yani eski dönemlere baktığımız zaman bana öyle geliyor ki, bugün Müslümanların akidesi daha sağlam sanki, yanılıyor muyum?

Şöyle diyelim; zaman algımıza Peygamber Efendimizin belirlediği perspektiften bakalım. Ben hep şunu vurgulamaya çalışıyorum; çok büyük ölçüde Müslümanların zaman ve mekan algısı modernize olmuş durumda. Nasıl? Şimdi şurada, hemen şu sokakta sıradışı bir şey olsa, ne bileyim bir adam bir çocuğu döverken görülse, ilk tepkimiz ne olur genellikle? Yahu bu zamanda böyle şey olur mu? Ne yapıyorsunuz? Hangi devirde yaşıyoruz? gibi sözler olur.

Evet…

Bu, Müslümanca bir zaman algısı değil oysa.

Tabi doğru, sanki eskiden çocuk çok dövülüyordu gibi. Bilhassa eskiden dövülmezmiş, yani asırlar öncesi.

Evet, yani şimdi eskiye göre bir şeyler daha güzel, daha düzgün oldu. Belki eskiden olabilirdi, ama şimdi olmaz, bu çocuk dövme olabilir başka bir şey olabilir, normal herhangi bir şeydir.

Evet, tabii katılıyorum.

Dolayısıyla bizim zaman algımızda böyle bir arıza var. İlkelden gelişmişe doğru seyreden bir zaman algısı. Bu aslında Darwin’in biyoloji planında yaptığı şeyin sosyolojiye yansımasından başka bir şey değil. Çünkü Darwin bunu yaparken genel olarak tek hücreli canlıdan insana doğru gidildiğini söylemiştir. Buna biz, Darwinizim, evrimcilik diye itiraz ediyoruz, ama sosyal planda çoğumuz, farkında mıyız değil miyiz bilmiyorum ama Darwinizmin pençesindeyiz. İşte bunun gibi tepkiler yüzünden.

Anladım fakat benim söylemek istediğim daha farklı akâid anlamında. Bakıyorum geçmişe hep âlim olacak insanların elinde dini kitaplar var. Halka inmemiş dini kitaplar. Dini kitapların halka inmesi çok yakın tarihe dayanıyor. Bu da beni böyle düşünmeye itiyor. Bilmiyorum, katılır ya da katılmazsınız, ama sanki öyle gibi.

Doğru, bu konuda geçmişe göre farklı bir durum var. Bunu yaşıyoruz. Ama bunun mutlak anlamda olumlu bir gelişme olarak tesbit edilmesi doğru olmaz. Zira kitap okumayan insan sayısında artma olması, ilim adamı sayısındaki artış anlamına gelmiyor. Eskiden okumamış cahiller vardı. Şimdi okumuş cahiller var. Şu farkla ki, okumamış cahillerde bir “irfan” vardı, okumuş cahillerde bu yok.

Hocam konudan konuya hızlı geçiş yaparak soralım. Türkiye’deki grupları nasıl buluyorsunuz?

Bu gruplaşma sun’i bir şey, yani dinin emrettiği bir şey değil. Dini öğrenmek ve yaşamak için gerekli bir şey değil. Türkiye’de Cumhuriyetin İslâmi kesim diye ifade edilen kesim üzerindeki en temel etkilerinden birisi bu oldu. Yani insanlar Cumhuriyetin ilk, Osmanlı’nın son yıllarında birtakım medrese bakiyesi ya da ne bileyim tarikat uygulamasını devam ettiren birtakım insanların, birtakım yıldız isimlerin peşinden gittiler. Kendi dini selametleri için bunu yaptılar. Yani Bediüzzaman Said-i Nursi diye bir İslâm alimi vardı. Bu zat, hayatını İslâm’ın doğru anlaşılmasına ve yaşanmasına adamıştı. Etrafında bir grup oluştu. O grup büyüdü, gelişti ve bugün Nurculuk olarak bildiğimiz harekete dönüştü. Aynı dönemde Süleyman Hilmi Tunahan diye bir zat vardı. O da Kur’an öğretimine adadı kendini. Etrafında oluşan hâleler bugün Süleymancılık diye hitab edilen grubu oluşturdu. Benzer şeyleri tarikat yapıları için, başka şeyler için de söyleyebiliriz. Bu kendiliğinden oluşan şey, bir süre sonra kemikleşmiş yapılara, gruplara dönüyor.

Bu durum, İslâm’ın onaylamadığı bir şey midir?

Eğer gruplar arasındaki münasebet meşru ve olması gereken zeminde devam ediyorsa elbette İslâm buna bir şey demez, onaylar; ama bu grupların birbiriyle münasebetleri, birbirlerinin İslâm algısına yönelik düşünceleri çok sağlıklı değil. Burada bir problem var.

Yani bu verdiğiniz isimler de mi sağlıklı değil, başka grupları mı kastediyorsunuz?

Sizin tabirinizle “en”ci grupların hepsinden.

Hakikaten, bir grup bütün ‘en’leri kendinde görüyor. Mesela, en iyi şeyh ya da lider kendi lideri, en mehdi kendi lideri, şeyhi. Böyle bir ‘en’ler hastalığı var insanlarda. İlla, ‘en üstün benim olandır’ diyor.

Her grupta var hemen hemen.

Evet evet… Her teşkilatta, her grupta yani hemen hemen benim araştırdığım kadarıyla yüzde doksanında var.

Var.

Şimdi, temiz berrak yüzde onluk grupta olmayan bir şey… Hasislik yok, böyle aşırı saplantı, liderlerini peygamber gibi görme hastalığı, hatta ilah gibi (haşa) görme hastalığı. Peki sizce bunlar düzelir mi?

Bize bağlı. Yani şöyle bir şey var bu liderlerde, diyelim ki liderlerde ben merkezci bir durum var, ene hastalığı var. Onların arkasından giden insanlar da bu ben merkezci tutumu destekliyorsa, besliyorsa onlarda da vebal var. Yani hatırlayın, kıyamette sorgu, hesap, mahkeme olduğunda, şirk içindeki insanların liderlerine diyecekleri, “Bunlar bizi aldattı!” onlar da diyecekler ki, “Ya Rabbi! Biz bunlara, peşimizden gelin, demedik, onlar bizi pohpohladı, bunlar bizim arkamızdan geldi.” (Saffat, 27 ve devamına bakılabilir) Dolayısıyla böyle bir şey var, yani karşılıklı bir etkileşim var. Her ne kadar işaret ettiğim ayetler inkarcıları anlatıyor ise de, mü’minlerde de maalesef böyle hastalıklar mevcut. Taban isterse lider kadroyu yönlendirebilir. Doğru yönlenme için tabanda bu iradenin oluşması lazım biraz.

Çok doğru söylüyorsunuz Hocam! Benimle aynı dönemde İslâm’a dönüş yapan bir erkek vardı. İkimiz de yazmaya, konferanslar vermeye başladık. Ona da bana da çok derin iltifatlar geliyordu. İnsanların şöyle dediğini duyuyordum vaaz vermeye gittiğimde, “Ayyy Hocam! Ben hacca gittim, seni tavafta gördüm.” “Hocam bu gece seni rüyamda gördüm, cennete giriyordun.” “Hocam seni gördüm uçuyordun” “Seni gördüm Peygamberleydin” bilmem ne bilmem ne! Eğer iltifatlara aldansaydım şimdi ben de havalara girerdim. Allah’tan hiç etkilenmedim. Örneklerini görmüştüm, bu konuda biraz donanımlıydım, dedim ki eğer bu başkalarına da yapılıyorsa, bu kadar derin iltifat, bu kadar, yani amiyane deyimle atmasyon iltifatlar herkese yapılıyor, yandık… Baktım aynı şey kardeşimize de yapılıyor. Kardeşimiz bir müddet sonra, ben mehdiyim, demeye başladı. Yani aşırı ilgiyi tartamadı. Halkın iltifatı ölçülü yapması gerekir değil mi? Bu konuda nasıl bir çalışma yapılabilir, ne yapılabilir?

Bunu da lider kadro yapacak. Lider kadro halka, yanlarında bulunan insanlara diyecek ki, “Ben insanım, ben beşerim, hata yapabilirim. Aleyhisselatü ves-selam Efendimiz bile hata yapmış, zelle dediğimiz sürçmeleriyle. Sahabe-i Kiram hatadan masun (korunmuş) değil, ben de hata yapabilirim. Hata yaptığımda beni, Kur’an ve Sünnet’e göre doğruya götürün.” Tabii bu bir mekanizma, alışkanlık işi, bir sistem işi. Her yapının başındaki insan, akıllı insanlardan oluşan bir şûra oluşturmalı. Kendisi yine işin başında olsun; ama Allah’ı ve Resulünü bilen, Allah’tan korkan, Resulünden utanan, Kur’an ve Sünnet’i bilen bir kadrodan oluşan bir istişare heyeti olsun. O heyet hem lideri, hem cemaati kontrol etsin. Yani liderin ayağı kaydığında, hasbelbeşer, lideri ikaz etsin. Cemaatin, tabanın ayağı kaydığında oralarda yanlış yönlenmeler olduğunda onları ikaz etsin. Böyle bir akil adamlar istişare heyeti her yapıda olmalı. Bu olmadığı için lider kadrolar, benden öne kimse geçmesin, benim karizmamı, koltuğumu kimse doldurmasın, telaşı ile hareket ediyor.

Halbuki dünya ne kadar geniş. Herkese yeter de… Fakat egolar bunu idrak etmiyor.

Dikkat ederseniz böyle bir şey yok. Her yapının başındaki insan en önde bulunan insandır. Ondan öne kimsenin geçmesine tahammül etmez. Oysa düşünce şu olmalı, ben öyle bir yapı kurmalıyım ki, benden sonra gelenler bu davayı benden daha ileri götürsünler.

Niye sizden sonra gelen? Siz varken de gelsin sizden üstün biri!

Haa, gelsin. Diyelim ki hasbel beşer ben şimdi buradayım. Benden sonra da bu koltukta kim oturacaksa o benden daha iyi işler yapsın. Mesele bu yani.

Bu konularda yazıyor musunuz? Kaç kitap yazdınız?

Yazıyorum. Yirmiye yaklaştı herhalde.

Rıhle isminde bir derginiz var

Evet.

Çok düşünmüşümdür Rıhle’yi gördüğüm zaman… Acaba niye Rıhle oldu ismi diye. Ne düşünerek Rıhle ismini koydunuz?

Rıhle, biliyorsunuz Kureyş Sûresinde geçiyor. “Li îlâfi kureyşin îlâfihim rıhleteşşitâi ve’s-sayf” olarak… Bizim hadis ilimlerinde de bir tabirdir bu. Er-Rıhle fi-talebil hadis: Hadis öğrenmek amaçlı yapılan ilim yolculuğu.

Siz de diyorsunuz ki, biz de ilim yolcusuyuz, o zaman Rıhle olsun!

Evet.

Çok güzel düşünmüşsünüz. Allah razı olsun. Rabbim, emeğinizi takdir edebilen okuyucular versin size.

Amin.

Peki bu anlattığınız konuları işliyor musunuz kitaplarınızda?

Tabiî.

Peki Hocam, bugün aşırı derecede hurafe söylem ve çok fazla hurafe kitapları var, siz buna katılır mısınız?

Her zaman oldu, bugün de var.

Bugün daha fazla değil mi?

Olabilir tabiî. Bugün modernitenin getirdiği bir anlayış var. Modern hurafeler var. Bugün daha fazla.

Peki Hocam, hurafelere karşı ne yapılabilir?

Bizim sahih kaynak anlayışımız, sahih din anlayışımız yeniden ihya edilmeli.

Peki, hurafe hadis kitapllarına girmiş olabilir mi?

Her kitaba girmiş olabilir hurafe.

Öyle mi?

Tabiî. Bu nokta çok mühim. Tefsir kitaplarına da girmiş olabilir.

Allah Allah… Bunu ne cesaretle söylüyorsunuz Hocam? Hayırdır inşaallah, gemileri mi yaktınız? Bunu söylemek yürek ister’den öte bir şey.

Yok hayır. Vakıa budur. Hurafe derken önce şunu açalım: “Ne kast ediyoruz?”

Aslında dinde olmayan, hiçbir aslı olmayan, dine sonradan sokulmuş şey.

Teknolojide değil de dini hükümlerde dine sokulan. Teknolojik gelişmelerin hurafeyle alakası yok. Ama maalesef buna da hurafe diyen olmuş. Saçmalamakta sınır tanınmamış yani.

Öyle tabi. İnsanın olduğu her yerde mutlaka uçlar vardır. Şimdi Hadis kitaplarında var mı uydurma hadisler, var. Tefsir kitaplarında var mı, var. Aslı astarı olmayan tefsirler var. Fıkıh kitaplarında var mı var, çok böyle Kur’an’dan Sünnet’ten, icmadan, kıyastan temeli olmayan ya da zayıf bir temele dayanan görüşler, içtihatlar var mı, var. Bu anlamda bunların hepsine biz hurafe diyebilir miyiz? Belki teknik anlamda olmasa da günlük dildeki kullanımı itibariyle diyebiliriz. Fakat bir şeyi ayıralım, bunların hiçbirisi Kur’an ve Sünnet istikametinde yürüyen ehil ulema tarafından din diye nakledilmemiştir. Yazarının, “Ben bu eserimde sadece sahih hadislere yer vereceğim.” diyerek kendi kendini bağladığı eserler dışındaki hadis kitapları içinde uydurma ya da çok zayıf hadisler ihtiva edenler vardır. Ya da benzeri bir mülahazayla hareket etmeyen tefsirlerde bu tarz rivayetler veya İsrailiyat var mıdır? vardır. Bunlar bilinmeyen şeyler değil. Önemli olan şu: Muhakkık alimler bu gibi konulardaki çürük rivayetleri ve hurafeleri tek tek ayıklamıştır. Yani o eserler o halleriyle bırakılmamış, ümmetin dikkati ulema tarafından bu noktaya çevrilmiştir. Diyebilirsiniz ki: “Peki o hadis ve tefsir kitaplarını yazanlar niye uydurma/asılsız rivayetlere yer vermişler?” Bu sorunun cevabı çok mühimdir, ancak uzun boylu izahat ister. Bunu ben, Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi isimli çalışmamın ikinci cildinde izah etmiştim, dileyen oraya bakabilir.

Bir şeyi daha vurgulayalım: Bu durum aynı zamanda İslâm edebiyatının özgüven katsayısının ne kadar yüksek olduğunu gösterir. Hiçbir şeyi gizlememiş, her şeyi olduğu gibi nakletmiş ulema.

Mesele zaten burada galiba? Yani burayı bilmemek sanki dini kitapların hepsi hurafe doluymuş imaji meydana getirdi.

Tabi tabi…

Bizim az okumamızdan kaynaklanan bir şey, diyorsunuz?

Bizim din tasavvurumuz kitabî müktesebata dayanmıyor. Büyük ölçüde dayanmıyor.

Doğru söylüyorsunuz.

Buna dayansa, bu anlayış ihya edilse aslında hiçbir problem kalmaz, hurafe problemi de kalmaz.

Peki Hocam! Şimdi akide konuları üzerinde birkaç soru sormak istiyorum. Çok büyük bir girdap içinde olan gençlerimiz var. Yaşlılarımız da var ama, yaşlıları gençler kadar göremiyoruz. Yani yaşlıların hepsinin beyni durulmuş ya da fikirleri oturmuş değil. Onların da soruları var. Derine indiğimiz zaman ben hangi yaşlıyla konuşsam böyle düşünen; biraz kurcaladığım zaman zihin yapısını, birçok konu ortaya çıkıyor, neyse… Şimdi birtakım meseleler var değil mi? Kur’an-ı Kerim’de ayettir ama inkar etmek haram değildir gibi, küfür değildir gibi… Mesela ben, İslâm’ı yaşamaya başladığım zamanlar, bir müddet, meleklerin kanatları yok, dedim.. Bu Hristiyanlıkta böyle tasvir ediliyor, dedim. Neden böyle söyledim? Yanlış söylemlere aldanarak söyledim bunu. Yine bizim kesimde; Hristiyanlıkta bir şey varsa sanki bu bizde haramdır gibi bir algı var. Halbuki, Hristiyanlıkta vardır, bizde de vardır. Bize haramsa Hristiyanlıkta olan o şey ondan sonra bize haramdır. Bunu bilemeyenler midir nasıldır bilmiyorum, bir karışıklıkla ben meleklerin kanatları olmadığını söyledim. Bir de baktım ki ayet-i kerime, ikişer ikişer, üçer üçer, dörder dörder kanatları olduğunu söylüyor. Şimdi ben, meleklerin kanadı yok derken… kafir miydim? Bu girişten sonra sözü şuraya getirmek istiyorum. Mesela bir grup Müslüman diyor ki, adı geçen mehdi gelmeyecek, bir kısım diyor ki gelecek. Şimdi, gelecek diyenlerle gelmeyecek diyenlerin şer’i hükmü nedir? Kafir olur mu gelmeyecek diyen, ya da İsa inmeyecek diyen kafir olur mu?

Şöyle diyelim: İtikadi hükümler iki kısımdır. Asli itikadî meseleler ve fer’i itikadî meseleler. Asli itikadi meseleler, imanın altı şartı dediğimiz hususlardır.

Siz de imanın altı şartı mı diyorsunuz ona?

Evet.

Niye Hocam! Altı temeli değil mi?

Evet, altı temel öndedir bunlardan. Yani bunlardan başka imanın şartı yok mudur? Vardır elbette.

Çünkü bu karşımıza çok geliyor. Yani imanın şartı altı dendiği zaman adam diyor ki, imanın şartında başörtüsü yok. Niye biz hadis-i şerif’i bozmuşuz Hocam? Hadis-i şerifte: “İman, altı temel üzerine bina kılınmıştır.” buyuruyor Efendimiz (sav).

Şöyle ama, başörtüsü, bir insanın İslâm’a girmesi ya da İslâm’dan çıkması için gerekli çerçevede değil. Yani, ben başörtüsünün farz olduğuna inanıyorum, ama günahkarım başımı örtmüyorum, diyen bir insan kafir olmuyor. Ama ben Meleklere inanmıyorum, diyen insan kafir oluyor.

Benim asıl söylemek istediğim şu yani, aslında konu değişti siz bu hadis-i şerif’i söyleyince. Şimdi hadis-i şerif’in orijinalinden girersek orada buyuruyor ki Resulullah (sav) “İslâm 5 temel üzerine bina kılınmıştır.” Biz bunu nasıl yapmışız da İslâm’ın şartı 5 demişiz Hocam? Nerden çıkmış bu İslâm’ın şartı 5 demek. Ondan sonra cevabımızı alalım.

Bunlar İslâm’ın göstergeleridir.

Nasıl göstergeleridir?

Şöyledir: Bir insan namaz kılıyorsa; oruç tutuyorsa, zekat veriyorsa, hacca gidiyorsa, kelime-i şehadet getiriyorsa biz ona zahiren Müslüman muamelesi yapıyoruz.

Tamam. İslâm’ın 5 temelini uyguluyor. İslâm’ın şartı beş denmese de temel ortada…

Yani, İslâm’ın şartı beş, dedik mi İslâmi düzen bozuluyor gibi. Neyse konu rayından çıkmasın. Asıl soruya geçelim. Mehdi gelmeyecek, Hz. İsa inmeyecek diyen kafir olur mu?

Evet, itikadi meseleler ikiye ayrılır dedik; asli meseleler, fer’i meseleler. Asli meseleler Kitap ve Sünnet’le sabittir. Yani bu şart meselesi oradan çıktı. Bu imani konularda altı maddenin her biri Kur’an ve Sünnet ile sabittir. Burda bir tartışma olmaz.

Evet tabii ki. Fakat, İslâm’ın amentüsü olan altı madde de.

Fer’i meseleler nedir? Kur’an’ın dolaylı delalet ettiği ya da Kur’an’da hiç geçmeyen sünnetin delalet ettiği ve tevatür seviyesini bulmayan rivayetlerle gelmiş meseleler. İmanın, itikadın fer’iyatındandır. Yani Allah Teâlâ’nın sıfatları: gelmesi, inmesi, yüzü, vechi, eli şöyle miydi böyle miydi? Bu tartışma insanı dinden çıkarmaz. Ta ki, Allah’ın bizim elimiz gibi eli var, bizim gözümüz gibi gözü var demediyse kişi. Yani bu teşbihtir. Allah Teâlâ’yı mahluka benzetmektir. Kişiyi dinden çıkarabilir. Nüzulü İsa (as) ve Mehdi (as) meselesine gelince, burası çok kritik gerçekten. Kur’an’da İsa (as)’ın nuzulüyle ilgili ref’i ile ilgili ayet-i kerime var mı? Yok demek mümkün değil.

Nasıl? Hz. İsa’nin gelişiyle ilgili, nasıl yani, ayet mi var?

Delaletinin tartışmalı olduğu söylenen ayetler var.

Kafir olur mu o zaman? Delaleti tartışmalıysa İsa (as) inmeyecek diyen kafir olmaz.

Hayır olmaz, mesele Kur’an zemininde tartışılıyorsa olmaz. Peki Sünnet bir bütün olarak hiçbir istisna olmaksızın İsa (as) gelecek, diyorsa ve bu tevatür seviyesindeyse…

Var mı tevatür?

Tabii ki… Tevatürü inkar küfürdür biliyorsunuz. Yani bununla hiç tartışma olmaz.

Yani mütevatir hadis-i şerifte Hz. İsa (as)’nın geleceği açıkca bildirilmiş öyle mi?

İsa (as) ile ilgili rivayetlere baktığımızda, Efendimiz (sav)’in ağzından İsa (as) bağlamında çıkmış hemen her hadis İsa (as)’ın kıyamete yakın nuzul edeceğine delalet eder.

Mütevatirdir yani?

Dolayısıyla manevi mütevatirdir.

Manevi mütevatir de ne demek?

Şudur… Diyelim ki Efendimiz (sav) Deccaldan bahsediyor bir seferinde, o arada İsa (as)’dan bahsediyor, asıl bağlam İsa (as) gelmesi değil, Deccal meselesi. Ama o arada ondan da bahsediyor. Yahut kıyamet alametlerinden bahsediyor, o arada nuzulü İsa’dan bahsediyor. Yahut, Hristiyanlarla bir münakaşa, münazara söz konusu o arada yine nuzulü İsa’dan bahsediyor. İsa indiğinde şöyle şöyle olacak diyor. Bütün bunların ortak noktası: “Ha, demek ki kıyamete yakın İsa (as) gelecek ki bunlar olacak. Ortak nokta, dolayısıyla manevi tevatür.

Peki, ayet-i kerime kıyamet ansızın kopacak derken, ansızın kopacak kıyametten deliller olur mu? O zaman deliller ansızlığı ortadan kaldırmıyor mu?

Şöyle; kıyamet, onu beklemeyenlerin, ona inanmayanların başına ansızın kopacaktır. Yani, yoksa Kur’an-ı Kerim’de kıyametin birtakım alametlerinin olduğunu belirten açık ayetler de var. Dergide yazdım ben, bakarsınız.

Kur’an-ı Kerim’de kıyamet alametleri var, diyorsunuz?

Tabi, “Rabbinin bazı ayetleri geldiği gün…” (En’am, 158) diyor ayet-i kerime. Yani ansızın kopması, onun geleceğine inanmayanların başına ansızın kopmasıdır. Ama biz biliyoruz ki, Efendimiz (sav) bir ahir zaman Nebisidir. O’nun gelmesi bile bir kıyamet alametidir aslında.

(NOT: Hz. İsa’nın inip inmemesi ile ilgili olarak bu söyleşinin sonunda, başka görüşler de var, o görüşlere de yer vereceğiz.)

İslâm aleminde… Yahudilik ve Hristiyan âleminde de var olan, ama beni İslâm âlemi ilgilendiriyor. İslâm âleminde tuhaf tuhaf tartışmalar olmuş. Mesela; “Allah’ın sıfatları zatından mıdır, gayrı zatından mıdır?” gibi. Sizce koskocaman İslâm âlimleri böyle bir tartışmaya niye girmişler. Ne gerek varmış? Allah var mı var. Gayrı ile neden ilgilenilmiş? Zati sıfatı subuti sıfatı… bunlardan bize neydi?

Tabi biraz Kelam ilmine girmeyi gerektiren bir konu.

Yani, Allah üstelik bu konuda, El-Bakara suresinde: “Benim emrettiklerimle ilgilenin, emretmediklerimle ilgilenmeyin dediği halde. İslâm dünyası bu konularla niye ilgilenmiş? diye ister istemez düşünüyor insan.

Şimdi bu tabi dediğim gibi Kelam ilmini alakadar eden bir mesele. Niye ortaya çıkmış? Şöyle diyelim: Bir Hristiyanla tartışıyorsunuz, İslam dünyasının genişlediği, farklı kültürlerin İslâm dünyasına girmeye başladığı o süreç içerisinde, Hristiyanlarla tartışıyorsunuz. Hristiyan size diyor ki: “İsa Allah’ın kelimesi midir?” Kur’an-ı Kerim’de geçiyor, evet kelimesidir. Peki Allah’ın kelimesi mahluk mudur? Allah’ın sözü mahluk mudur? Hayır diyorsunuz, Allah’ın kelamı ezelidir. O zaman İsa da ezelidir, diyor size.

Mantıkta her şey var. Bazı şeyler mantıklıdır, ama doğru değildir. Mantık insana oyunlar oynuyor, meselesi.

Kelime… Bu ise; eğer İsa (a.s) Allah’tan bir kelime ise, Allah’ın kelimesi de ezeli ise, o zaman İsa da ezelidir. Dolayısıyla İsa Allah’tır, Allah’ın bir parçasıdır, diyor (haşa). Buna girmek zorunda kalıyorsunuz. Allah’ın sıfatları nedir? Kelimesi nedir? Kelam Allah’tan nasıl sadır olur?

Peki Hocam, bu tür sorulara cevap vermesek ne olur? Yani illa biz, bize sunulanlara cevap vermeli miyiz?

Birileri vermeli… İslâm’a yönelik bir itham varsa… Bugün diyelim ki Kur’an üzerinde bir tartışma var, izliyorsunuz mutlaka. İşin ehli insanlar buna cevap vermeli!

Nedir o mesela? Bugün olan tartışma nedir? (Gerçi eminim ki dergi çıkıncaya kadar gündem değişir ama…)

Taraf gazetesindeki bayanın yazısından haberdar olmadınız mı?

Ben yurt dışındaydım ilgilenemedim.

“Hangi Kur’an’a inanacağız?” diye saçma sapan bir yazı yazmış. Bir internet sitesinden istifade ile.

Niye saçma sapan? Çok farklı, birbirini çürüten mealler var, insana bunu dedirtiyor.

Meal değil, Kur’an’ın kaynağından bahsediyor.

Kaynağından mı bahsediyor? Nasıl böyle bir şey söyler, yer yüzünde bir Kur’an var.

İşte o öyle demiyor. Yani Kur’an yazıya geçirilirken, cem edilirken, teksir edilirken, farklı nüshalar vardır ayet sayıları filan meseleleri… Dolayısıyla bu tarz davada işin ehlinin konuşması lazım.

Hem Kur’an’a inanmazlar hem de Kur’an üzerinde devamlı çalışırlar. İbrahim Suresinde, “Kur’an’da hatalar ararlar” diyor ya Allah!

Evet birileri buna cevap vermeli. Ortada bir itham, bir iddia varsa bu karşılıksız kalmamalı.

Öyle mi?

Şimdi Kur’an’ın 7 kıraati var biliyorsunuz, 7 mütevatir kıraat. Bu kıraatlerden birini inkar eden kafir olur mu? Olur. Çünkü bunların hepsi Kur’an. 7 mütevatir kıraat.

Kıraati inkar eden kafir olur mu Hocam?

Tabiî olur. Ben bu kıraatin Kur’an olduğuna inanmıyorum, derse kafir olur. Ben filan kıraati benimsiyorum, derse benimser. Hepimiz bunu yapıyoruz zaten.

Bir dakika Hocam. Anlayamadım! Kıraati inkar neden küfür olsun?

Şu anda bizim elimizdeki mushaf Asım Kıraati. Asım Kıraatinden başka 6 kıraat daha var. Bunların herhangi birisini inkar eden kafir olur. Şimdi bu 7 mütevatir kıraat dışında 3 tane daha mütevatir kıraat var.

Sahi mi diyorsunuz?

Tabi bunu konunun uzmanları bilir.

Allah Allah! Mütavatir yoldan gelen 10 kıraat var öyle mi?

Tabi tabi, 7+3=10 mütevatir kıraat vardır. Şimdi bu 7’nin dışında kalan 3 mütevatir kıraatin tevatürünü inkar eden kafir olmaz. Çünkü 3 mütevatir kıraat daha olduğunu bilmiyor.

Öbürünü de bilmiyor Hocam!

Haa, bilmeyen cehaletinden dolayı mazur olabilir. Ama ben inanmıyorum, bu Kur’an’ın bir tek kıraati var, öbürleri uydurmadır derse, kafir olur. Tıpkı bunun gibi yani. Tevatür çok önemli Emine Hanım.

Doğru, hadis-i şerife inanmadan dine inanan insanın sapıtmaması mümkün değil.

Doğru söylüyorsunuz tabii. Hadislere iman konusunda ben de öyle inanıyorum. Bizim dindeki en temel kaynağımız nakildir. Şimdi biri bize “Bana Kur’an’ın Efendimiz (sav) döneminde ya da Hz. Ebubekir döneminde ya da Hz. Osman döneminde kaleme alınmış bir nüshasını gösterin” dese, gösteremeyiz. Böyle bir nüsha yok şu anda, elimizde yok.

Hz. Osman’ınki var ama değil mi?

Yok, olduğu söyleniyor ama onların hiçbirisi sabit değil.

Ama en azından araştırılmış Hocam. 1400 yıl önceye ait Topkapı Sarayındaki…

Hayır değil. En son Tayyar Altıkulaç da böyle bir araştırma yaptı. Değil yani. Bu Topkapı Sarayındaki mushaflar, Hz. Osman (ra)’ın mushafı diye bilinir ama değil.

Gerçi olmasa da bizi bağlamaz. Biz ilk Kur’an elimizde diye iman etmedik.

Hah, bunu niye söylüyorum, şunun için; bu yazılı bir kaynağa dayanma anlayışı, yazılı bir belge anlayışı, Batılılara mahsus bir şeydir. Onlar onu öncelerler. Fakat biz bundan ziyade ezberden nakle önem veririz. Kur’an böyle geldi bize, Sünnet de böyle geldi. Onun için nuzulü İsa (as) konusundaki rivayetler de mütevatirdir. İnkarı söz konusu olursa, oturulur, anlatılır ikna edilir, bu mütevatirdir, inkarı şöyledir böyledir, diye. Buna rağmen kişi diretirse, Allah korusun kafir olur.

Peki Hocam, biraz da akâid konularından günümüzün sosyal yaşantısına geçecek olursak; mesela derginizde bir başlık gördüm. İçeriği ne bilmiyorum, ama başlık: “Kadın Fitnesi” diye geçiyor. Kadın fitnesi çok dile alınıyor, peki erkek fitnesi neden alınmıyor sizce?

Bu kadın fitnesi aslında erkeğin fitnesidir. Yazıyı okumadığınız için belki böyle düşündünüz.

Yani o zaman erkek fitnesi denseydi Hocam!?

Şöyle: Dikkat ederseniz ben o başlığı tırnak içinde verdim. Kadın fitnesi diye çok dile dolanan bir şey vardır. Bu kadının tabiatından kaynaklanan bir fitne değil. Bu erkeklerin ya da kadın erkek toplumun kadın üzerinden ortaya attığı bir fitnedir.

Yani, namus duygusu yoksa kadın da fitnedir, erkek de fitnedir, değil mi? Kadın daha fazla fitneymiş, erkeği etkiliyormuş, erkek de kadını etkiler. Ben şimdi bazı erkekler görüyorum TV’lerde, radyolarda gerek Türkiye’de gerek Avrupa’da o kadar aşık kadınları var ki, konuşma tarzını niye o kadar inceliyorsun, neden o kadar romantik konuşuyorsun, dümdüz konuşsana, yani erkeğin sesini güzelleştirmesi de haram değil midir? Karşıya etkileyici olmak sadece kadına mı haram?

Benim kastettiğim şu: Şimdi dikkat ederseniz biz son zamanlarda kadına yönelik hükümler üzerinden bir tartışma yapıyoruz İslâm dünyasında. Kadına yönelik bu ahkamı tartıştığımız bu ortam, işte kadın fitnesi dediğimiz ortam. Kadına yönelik hükümler üzerinden, sözümona kadını, olumlu ayrımcılık vs. gibi kavramlarla biraz daha kayırmaya, biraz daha korumaya dönük bir tutum var. İşte bu tutumun kendisi fitnedir. Kadın fitnesi budur. Yoksa, İslâm dünyasında kadından, kadının tabiatından kaynaklanan bir fitne söz konusu değildir. Tarih boyunca olmamıştır…

Siz parti tutuyor musunuz Hocam?

Parti tutuyor muyum… Yani herhangi bir partiyle, organik ilişkim yok.

Yani Ak Partiye karşı, gerçi Milli Gazete’de yazıyorsunuz. Ak Parti’ye meyilli olsanız orda yazdırmazlar gibi bir şey söz konusu olabilir mi? Bilmiyorum amma…

Dışardan bakınca hemen böyle bir hüküm verilir ama…

Ama oradaki kardeşlerimiz artık bazı tabuları kırdılar, diyorsunuz…

Şöyle diyorum: Ak Parti’nin yaptığı güzel işler var mı var, hataları var mı var. Saadet Partisi’nin ya da Milli Görüşün yaptığı güzel işler var mı, var. Hataları var mı var.

Ama temel tesbitler söz konusu olduğunda Milli Görüş hareketinin doğru olduğunu düşünüyor, böyle inanıyorum.

Hatasızlık Allah’a mahsustur.

Evet. Dolayısıyla, yani bu tarafta yazıyorum diye Ak Parti’deki kadronun tamamına toptancı bir duvar örmüyorum.

Sizce Türkiye’nin kadını mı daha İslâm dışı yaşıyor erkeği mi?

İslâmî kesimin dışındaki kesimlerden mi bahsediyorsunuz?

Hayır İslami kesimden bahsediyorum. Hani varsa eğer İslâmi kesim ondan bahsediyorum.

Fark etmiyor… Güzel yaşayan kadın da olsa erkek de olsa güzel yaşıyor. Yanlış yaşayan kadın da olsa erkek de olsa yanlış yaşıyor.

Peki siz, kadından bir başbakan olsa onun emrine girer misiniz?

Bugünkü şartlarda mı?

Bu gün ya da sonra… Başbakan çok iyi olsa, ama kadın olsa…

Emrine girmekten kasıt?

Yani onun milletvekili olur musunuz mesela? Veya onun Diyanet İşleri Başkanı olur musunuz?

Ben şu ana kadar herhangi bir siyasi göreve getirilme talebinde bulunmadım, bundan sonra da bulunmam. Siyasal beklentim olmaz. Yani erkek de olsa kadın da olsa.

Hayır örnek veriyorum. Öyle demeyelim de, kadın patronunuzun olacağı bir işte çalışır mısınız?

Çalışılabilir. Kadın patronun emrinde çalışılmaz diye bir hüküm yok.

Komutan olsa?

Olabilir.

Olabilir, diyorsunuz… Peki Hocam. Çok sıradışı konuşuyorsunuz. İnşaallah başınıza çorap örmezsiniz.

Yok hayır bunlar benim çekineceğim şeyler değil. Ancak bu noktada biraz tafsilata girmek gerekir. İslâm tarihinde erkeklerin kadın işverenin işinde çalıştığına ya da bir kadının komuta ettiği bir askeri birlik içinde görev yaptığına dair örnekler ararsanız bulursunuz. Ama bu örnekleri genelleştirerek kadınla erkeği eşitleme iddiasıyla yola çıkan modern projelere “İslâmî” gerekçeler/deliller üretmeye kalkışmak doğru değildir. Burada iki ayrı dünyanın kadın ve erkek telakkisinin -ki varlık telakkisine dayanır- farklı olduğu gerçeğini atlamayalım.

Sizce birgün bütün gruplar aynı şarkıyı söyler mi?

Çok zor.

Böyle mi kopacak kıyamet?

Uzak gelecekte belki, yakın gelecekte mümkün görünmüyor. Yine de Allah bilir.

Teşekkür ediyorum Hocam.

Estağfirullah.

About Darul hikmet

serbest

Yorum bırakın